AYGÜL - Burcu Tüylüoğlu (Edebiyat)
Evin dış kapısını usuldan kapattı. Arka bahçe kapısından çıkmak daha kolay olacaktı.Kapı eşiğinden evin yan duvarına geçti. Duvara sırtını yaslayarak, sakin kıpırdanışlarıyla arka bahçeye çıktı. Adım adım bahçe kapısına geldi. Kapıdan çıkarken, kapıyı boylu boyunca süsleyen beyaz sarmaşık gülden bir tane koparıp elindeki bez poşete attı.
Şimdi el feneriyle, gecenin karanlığında hızlıca evinden uzaklaşıyordu. Soluk alışları ile adımlarının ahengi, gecenin sessizliğini bozuyordu. Evinden büsbütün uzaklaşmadan son bir kez daha baktı evine. Bu son bakışta; baştan ayağa bir sarsıntı geçirdiğini zannetti ki akan yaşlarıyla, kendine gelip koşmaya başladı. Ağzından çıkan buhar geceye karışırken, gözyaşları da son defa dökülüyordu köyünün topraklarına.
Evleri çoktan gerisinde bırakmış, tehlikenin büyüğünü aşmıştı. Nefesi tastamam tükenmeden koşmaya ara verdi. Hızlı hızlı nefes alıyordu şimdi. Üşüyen bedeni, artık ter dökmeye yakındı. Elini biraz göğsüne bastırdı. Bir nebze daha soluklanıp yoluna koyuldu. Yeniden koşmaya devam etti. Bu yollarda ne zaman çocuk olduğunu hatırlamıyordu ama şimdi bir çocuk gibi gülerek koşuyordu.Yol bitiminde kollarını açıp onu bekleyen annesi varmışçasına koşuyordu. Hem gülüyordu hem koşuyordu Aygül.
Sandığından daha kolay olmuş nihayet köyün meydanına ulaşmıştı. Köy kahvehanesinin arka tarafına gizlenip başını uzatarak karşıdaki bakkala baktı. Bakkal henüz açılmamıştı. Aygül, olduğu yerde beklemeye koyuldu. Çoktandır beklediğinden teri artık soğumuştu. Bir titreme sardı içini. Acaba soğuktan mı, kurtulmasına yakın yakalanma korkusundan mı, yoksa artık dönülemez bir yolda olduğunu hatırladığından mıydı bu titreme? Belki de hepsinin ortaklaşa yaptığı bir sarsıntıya maruz kalıyordu. Bakkal kepenklerinin açılma sesiyle irkilen Aygül, bir vakit sonra da başını uzattığında “Anadolu Ekmek Fırını” yazan arabaya dikkat kesildi. Fırın arabası günlük ekmeğini bırakacaktı. Beklenen an sonunda gelmişti. Kalbi, göğsünü delip de gidecek gibi atışlar yapıyordu. Derin bir nefes aldı. Hem heyecan hem korku hem de ümidi aynı anda sığdırdığı yüreği, şimdi sadece ümidine kulak vermeliydi.
Fırının genç şoförü yaklaşıp indi arabadan. Arabanın arkasına geçip kapıları hızlıca yanlara doğru açtı. İki kasa ekmeği çıkarıp hesap işleri için bakkala girdi. İşte Aygül, son hamlesini yapacaktı! Şoför ve bakkaldaki oğlan eğilmiş bir şeylere bakıyordu . Aygül köy kahvehanesinin yan tarafına geçip duvarla bütünleşmiş gibi sırtını duvara dayadı. Çabuk olması gerekiyordu. İçeridekilerin konuşmaları bitmeden yolun karşısına geçmeliydi. Duvarı süzülerek geçtikten sonra kahvehanenin önündeki toplanmış masaların olduğu tarafa geldi. İvedilikle yolun karşısına geçip fırın arabasının yanına sokuldu. Kapıları yanlara doğru açıldığı için görülmesi pek mümkün değildi. Kapıların arasına gelince, son bir kolaçan bakışı atıp arabaya çıktı. İçerisi dar sayılmazdı, üst üste yığılmış ekmek kasalarıyla doluydu. Aralarından geçip kasaların en arkasına gizlendi. Aygül’ün içinde şimdi büyük bir korku yer edinmişti. Kalbi bugün kısacık zamanlar geçişinde, yeryüzünde insana ait ne kadar duygu varsa hepsini hissedecekti anlaşılan. Olduğu yerde ağzından hızlı hızlı ve kesik nefesler alıp veriyordu. Şoförün sesleri yakınlaşıyordu. Bakkalın sahibiyle bir şeyler konuşuyorlardı ki şoför, bir anda boş iki kasayı arkaya koydu. Yana doğru açtığı kapıları hızlıca kapatıp ön taraftaki koltuğuna geçtiği an, sabah ezanı okunuyordu. Gidiyordu Aygül köyünden, kimseye veda edemeden, elveda diyemeden.
İçerisi çok karanlıktı. Aygül yere çöküp bacaklarını karnına doğru çekti. Bez poşetini hâlâ parmaklarının arasında sıkıca tutuyordu. Yaklaşık bir saate kadar şehre varacaklardı.
Gözlerini kapatıp derin bir nefes alıp bekledi. Gözünden anice süzülen yaşlara fazlasıyla alışmıştı artık. Tutamıyordu zaten kendini, tutması da gerekmiyordu bu vakitten sonra. Şimdi istediği kadar ağlayabilirdi. Kimseden utanmadan içini çeke çeke, hüngür hüngür ağlıyordu. Yaşları sıra beklemeksizin hep birden eteğine, ellerine düşüyordu. O kadar çok ağladı ki biriktirdiği anlar, yaşayamadığı günler, söyleyemediği sözler; göz yaşına evrilmişçesine akıyordu. Ağlamaktan içi geçmiş, iki büklüm uyuyakalmıştı daracık, karanlık yerde.
Aygül; annesini çok küçük yaşta, babasını ise on yıl önce kaybetmişti.Abisi, yengesi ve onların üç çocuğuyla yaşıyordu. Aygül’ü abisi büyüttü dense yalan olurdu çünkü Aygül kendiliğinden büyüyüvermişti babasından kalan evde. Okul yılları da bittikten sonra köyün dışına çıkmak şöyle dursun, evden ve evin yakınlarından bile fazla uzaklaşamazdı Aygül. Bu babasından kalma bir kuraldı. Evde konuşabileceği kimse yoktu. Çoğu şeyden habersiz, içine çekilmişti Aygül. Evin işleri, çocukların bakımı ve daha fazlası Aygül’e vazifeydi. Günleri böyle geçip gidiyordu. Yengesi Hacer, çok fazla evde bulunmazdı. Gününü başkalarının evinde, daha başkalarını konuşarak geçirirdi. Duyup gördüğünü köye dağıtmak, tek düşküsü hâline gelmişti. Eve bağlılık göstermediği gibi çocuklarına da bakmazdı. Eve geldiği vakitlerde; elden ağza yaşamaktan yakınır, her gün aynı cümleleri sıralamaktan usanmazdı. Abisi de evle pek alakadar değildi. Köyden şehir merkezine minibüs şoförlüğü yapardı. Zaten eve gelince fazla ayık kalamazdı.
Evin dirliği düzeni böyle kurulmuştu uzun zamandır. Aygül kimseye bir şey demez, abisine ses etmezdi. Evde huzursuzluk ve bağrış çağrış olmasını hiç istemezdi. Abisinden hem çekinir hem de saygı duyardı. Üstelik anne ve babasından sonra, kendisine abisinin sahip çıktığını düşünüyordu. Bu yüzden şikâyet etmeyi doğru bulmuyordu.Böylesine, alışmış sayıyordu kendini.
Böyle akıp giden vakitlerde Aygül’e kendinin de yaşadığını hatırlatan biri vardı. Yengesinin kuzeni Sedat’ın karşı köyden arkadaşı, Sezai. Üstelik Sezai, Sedat’la yalnız arkadaş da değildi aynı zamanda yengesi ile Sedat’ın uzaktan akrabasıydı. Sezai, karşı köyden çok sık gelirdi Aygüllerin köyüne. Sezai de olmasa Aygül kendini tamamen unutup kalbini saklayacaktı. Hoş oturup da dertleştiğinden, içinin sıkıntısını paylaştığından değil ya! Yine de onu görünce anlam bulurdu kalbinin atışları. Onu görünce anlardı kalbinin ruhunda da çarptığını. Sezai de Aygül’ü görmek için olur olmaz bahanelerle Sedat’la birlikte evlerinin önünden, berisinden geçerdi; olur da Aygül tarlada, bahçede, pencerede görünürse kısa bir an birbirlerine bakarlar diye. Hani gözler anlaşınca kalpleri şartlandırır ya en sıradan özelliklerine bağlanmaya. Bu da öylesi bir âşktı. Aygül’ün utangaç bakışları Sezai’yi, Sezai’nin gülüşleri de Aygül’ün kalbini ikna etmişti uzaktan uzağa. Yalnız bayramlar başkaydı. Bayram ziyaretleri ise bambaşka. O günler de Sedat, Sezai’yi de alıp hem dayısının kızına hem de büyüğü bildikleri Aygül’ün abisine bayramlaşmaya giderdi. Bundandır Aygül’ün bayramları küçük bir çocuk heyecanıyla bekleyişi. Sezai de iple çekerdi bayramları. Aygül’ün yüzünü yakından görmeyi, sesini duymayı en güzel bayram hediyesi sayardı kendine.
Sezai, Aygül’ü sevdiğini bir tek yakın arkadaşı ve akrabası bildiği Sedat’a söylebilmişti. Aygül’ü düşünmediği tek bir anı olmazdı ama Aygül’ün abisinden, akrabası Hacer’den çekinirdi de bir türlü onlarla konuşamazdı. Abisi Aygül'ü vermezse bir daha onu görememekten korkardı. Hâlim vaktim yerinde olsa her şey ne kadar kolay olurdu, diye düşünmekten Aygül’ün abisiyle konuşacak cesareti diline alamazdı. Kendini gizli bir aşkın vurgunu saymak ona da zor geliyordu. Sedat’la bu konuları dertleştiği çok olurdu. Bir araya geldiklerinde konuşacakları en mühim konuları buydu. Olacak iş değil ya! Sezai, Aygül’ü anlata anlata, Sedat’ın da yüreğine düşürdüğünden habersizdi. Bir çare bulacaktı artık Sezai, sevdiğine kavuşmak için. Bekliyordu şimdilik. Aygül de Sezai’yi bekliyordu ama Sedat’ı bekleten hiçbir engel yoktu.
Nisan sonu geldi mi Sezai ve annesi, tek geçim kaynakları hayvancılık olduğu için yaylaya çıkardı. Yaşlı annesinin Sezai’den başka kimsesi olmadığından Sezai de yazı dağ başında geçirmek zorundaydı. Sezai yayla göçünü hiç sevmezdi ancak vakti gelmişti, gitmeye mecbur kalmıştı. Aklında, kalbinde Aygül’le yaylaya çıkmak ve uzun süre Aygül’ü görememek paha biçilmez bir dert olur düşerdi Sezai’ye ama gidiyordu işte.
Sedat her şeyi kılıfına uydurmayı iyi bilenlerdendi. Aygül’ün çaresizce Sezai’yi beklediği günlerde, bir vakit kuzeni Hacer’in kapısına gitti. Ayaküstü türlü türlü vaatlerini Hacer’e sunarken kendi niyetini de söyleyiverdi. Sedat, Hacer’i iyi tanırdı. Onun nelerle ikna olacağını bilmek, insan sarrafı olmayı gerektirmeyecek kadar kolaydı. Köylüler bile bilirdi. Hayvanlar erzaklar, pahalı takılar, evlerini donatmalar ve daha neler neler söylemiş Hacer’in can damarına çoktan ulaşmıştı ki son sözünde; Aygül yine evinin işlerini görmeye gelir, deyiverdi. Karşılığında, Aygül’e bir şey söylenmemesini ve abisinin ikna edilmesini istemişti. Hacer, büyük bir şaşkınlık ve sevinç içinde kalmışsa da çarçabuk kendine geldi. Anlaştık der gibi gülüyordu kuzenine.
Hacerin artık vakit kaybetmeden kocasıyla konuşması gerekiyordu. Aynı günün akşamı, olup biteni bir çırpıda kocasına anlatan Hacer bile bu kadar hızlı karar çıkacağını kestirememişti. Zaten yaşı geçmişken daha iyisi ne bizi ne de onu bulur diyen abisinden de izin çıkınca olanlar oldu.
Baharın en taze, en güzel güllerinin olduğu bir günde hiçbir şeyden haberi olmayan Aygül’ü istemeye geldiler. Aygül geldikleri vakit niyetlerini anlar gibi oldu ama gözleri Sezai’yle annesini arıyordu. Sezai olmadan nasıl olacaktı bu isteme? Abisiyle konuştuktan sonra yayla yolu mu kapanmıştı da gelememişlerdi son dakika, diye sızlanıyordu içinden. Son cümleye gelene kadar her şey, olması gerektiği gibi olmuştu.“Oğlumuz Sedat” sözüyle, Aygül şaşırıp kalmıştı ki abisinin yine hısım olduk, dedikten sonraki gülüşüyle kendine geldi. Yan odaya gelmesi için onu çekiştiren yengesine evlenmek istemediğini anlatıyordu durmaksızın.Misafirleri uğurlayan abisinin Sedat’a “Hayırlı Olsun” dediğini duyunca, yan odadan bağırmaya başladı olan kuvvetiyle Aygül. Ayaklarını yere vura vura bağırdı. Bembeyaz yüzü kıpkırmızı kesilinceye kadar, en derin damarları belirginleşinceye kadar bağırdı. Aygül’ü kimse böyle görmemişti daha önce. Yengesinin ağzı açık kalmıştı Aygül’ün bu hâline. Ne çare! Abisinin odaya gelip de seni daha fazla bakamam ben, sözüne eşlik eden tokadıyla sersemleyip kalakaldı.
O sadece Sezai’yi bekliyordu, onu seviyordu. Sedat nasıl anlayamamıştı Sezai’yle birbirlerini sevdiklerini? Bunları düşünmekten günlerce gözüne uyku girmemişti. Vakitli vakitsiz abisine dil dökmüştü, anlaşılmayı dilemişti. Köyde duymayan kalmamıştı bu ansızın gelen istemeyi. Sedat da çat kapı düşer olmuştu Aygüllere. Bir şeylere katlanmak için umut gerekirdi.Aygül anlamıştı artık abisinin vazgeçmeyeceğini günden güne dayanılırlığı da tükeniyordu. Son bir umudu daha vardı. Kurtuluşunu ablasından isteyecekti. Ablası belki yardım ederdi, belki abisiyle konuşup vazgeçirirdi. Vakit geçirmeden ablasına gitti. Ablasını bahçede gördüğü gibi sarılıp yalvarmaya başladı. O abimse sen de ablamsın beni kurtar abla, dedi. Onlara bırakma beni, dedi. Sedat’la evlenmek istemediğini söyledi defalarca. Ablasının elinden tutmuş ağlamaklı bir şeyler anlatıyordu ayaküstü. Ablası hiçbir şey demeden öylece dinliyordu Aygül’ü. Bir yandan da işlerini yapıyordu. Çaresizlikten Sezai’yi sevdiğini ilk kez orada söyledi ama söylemesiyle ablasının kocası içeriden bağırarak çıktı; “Kız verilmiş, söz kesilmiş, bizim de başımızı belaya sokmadan git buradan” diye Aygül’ün üstüne yürüdü.
Aygül ekmek arabasının arkasında büyük bir sarsıntıyla açtı gözlerini. Küçücük dar bir alanda başını bir yerlere çarpıyordu. Kasalar yığınla üstüne devriliyordu. Ne olduğu anlamıyordu. Şoförün çığlıklarını duyuyordu ama kendi ses çıkaramıyordu. Ezildikçe eziliyordu bedeni. Bir şeyler çarpıyordu başına.Nefes alamıyordu. Canı çok fazla yanıyordu ama uzun sürmeden kapandı gözleri!
Aygül işte böyle güzel bir bahar günü çekip gitti, bu dünyadan! Bir acı haber yayıldı köye. Köye ekmek bırakan fırın arabası, bu sabahın ekmeğini bırakıp köyden dönerken kaza yapmıştı ve neden arabada olduğu bilinmeyen Aygül, bu kazada ölmüştü. Herkesin dilinde kendince bir Aygül vardı artık. Aygül’ü sevenler, tanıyanlar fırın şoförüyle kaçtığını düşünmeyecekti ki ne konuşsun? Gencecikken hayata veda eden Aygül’e ağlıyorlardı sadece. Aygül’ü pek fazla tanımayanlar, akıllarına hep bir şüphe yerleştireceklerdi ama ölünün arkasında konuşmaktan sakınacaklardı elbette. Ya, bilmeden bildiğini sananlar! Onlar var ya, onlar! Abarttıkça katacaklar, kattıklarına inanacaklar. Gül gibi kısmeti bırakıp gencecik şoföre de sebep oldu, diyecekler. Ne yere bakan yürek yakanmış, diyecekler. Layığını böyle bulur işte, bitişli ibretlik hikâyeler anlatacaklar genç kızlara. Gün doğmadan oralara nasıl da gitmiş, gitmeseymiş, diyecekler. Belki çok daha ileri gidip namusuna kadar dil uzatmaktan da çekinmeyecekler Daha neler diyecekler, diyecekler de diyecekler. Tertemiz kalbine, kirli dillerinin isini bulaştırmaktan geri durmayacaklar. Çünkü senin sözlerinin artık duyulmayacak Aygül!
Sezai zaten olanları da duyunca hiç inanmayacak ki Aygül’ünün şoföre kaçtığına. Hem de Aygül’ün poşetinden çıkanlar arasında, kendi telefon numarasının yazıldığı bir kâğıt olduğunu duyunca, olur bile vermeyecek!Biliyordu onu arayacaktı Aygül şehre inince, onu bekleyecekti.
İşte böyle sır olmuştur Derebaşı Köyü’nün Aygül’ü. Şimdi anne ve babasının yanında rahat rahat uyurken, Sezai hiç çekinmeden ziyaret etmektedir sevdiğini, hem de bayramları beklemeden.
“Evinin bahçesinde bıraktığın beyaz güller, her baharın sabah rüzgârında seni fısıldıyor bülbüllere Aygül!
Son sayfasına kadar ağlayarak yazmıştı Neşe, biricik teyzesinin hikâyesini. Ağlayarak kapılarına gelişi, yalvararak beni kurtar abla, deyişi hiç aklından silinmiyordu Neşe’nin. Ne çok isterdi, teyzesini herkesten saklamayı! Pencereden izlerken bir an teyzesinin de kendine baktığını fark etmişti o zaman. Teyzesinin cam gibi mavi gözleri, hare hare dalgalanıyordu. Şimdi Neşe’nin mavi gözleri de Aygül teyzesininki gibi olmuştu. Ondandır her ağladığında Aygül teyzesinin aklına gelişi. Birini son gördüğün gibi hatırlarsın ya, o da hiç unutmadı teyzesinin güzel gözlerini!