Mesele Neyin İçinden Çıkmak İstediğin Meselesi: Yazmak - Eylem Karakoç (Felsefe)

Mesele Neyin İçinden Çıkmak İstediğin Meselesi: Yazmak - Eylem Karakoç (Felsefe)

A+ A-

 Her şey değişiyor. Kafasını kaldırıp gökyüzüne bakan ilk insan, bir ad veremese de bu küçük, parlak ışık tanelerine, şimdilerde yakınlarına bir roket yükseliyor gökyüzüne. Geçmişte bir yerlerde birbirini anlamak uğruna iki insanın ağızlarından çıkardıkları anlamsız sesleri, şimdi harflere, kelimelere dönüştürdü birileri; romanlar yazdı. Tahtının basamaklarını oradan bir daha hiç inmeyeceğini sanarak çıkan kralın ölümünü, tarih kitapları anlatıyor. Bir tuval başında nereyi ne renge boyayacağına kafa patlatan bir adamın eserleri, müzelerdeki yerini çoktan aldı. Bir çocuğun piyanosunun başında notasına ilk bastığı zaman hissettiği korkuyu, üç nesil sonrası dinledi bile. Evvel zaman içinde bir fidan dikti toprağa biri, bugün içinde yaşadığı ormanın bir adı var artık. Uçsuz bucaksız, boş, kuru bir araziye şehir deyip sınırlarını çizdiler diğerleriyle aralarına. Önündeki bir haftanın nasıl geçeceğini bilmeyen biri, şimdi on yıl sonrasının takvim yaprağını koparıyor bile. İnsan, kendisinden yüzyıllar önceki insandan bambaşka uyanmakla kalmıyor, kendi güneşinin her doğuşunda da başkalaşıyor adeta. Her sabah başka biri kalkıyor yataktan ve akşam bambaşka biri dönüyor yatağına. Doğar doğmaz kucağımızda bulduğumuz bir yığın çamurla kendi heykelimizi yontmaya çalışıyor iken biz, birileri “yaşamak” diyor bunun adına. Her şey değişiyor, hiçbir şey değişmese de! Hala ne çok benziyoruz o yüzyıllar önceki insana. Hala aynı güneşe sabah diyor, hala aynı yöne doğru batırıyoruz günü. Hala cevap arıyoruz sorularımıza, kim olduğumuza, nereden geldiğimize, nereye gideceğimize. Hala bir sır gibi saklıyor evren gerçeğini bizden, hala cevaplamaya korktuğumuz soruların kıyısında yalın ayak geziyoruz. Ve hala gizemini koruyor ölüm, hala korkuyoruz bu gizemden. Biri kendini taş parçası üzerine eline geçen ilk sivri aletle bir şeyler kazıyarak anlattı, birinin dünya çapında bir alfabesi var şimdilerde. Evet, hala anlatacak bir şeylerimiz var bizim. Evet, hala konuşmak yetmiyor bize. Düşüncelerimiz sığmayınca içimize, ses oluyor atıyor kendini dudaktan. Ama hala yetmiyor bize sesler sedalar.Hala sesimiz bir zeminde çakılı kalsın istiyoruz. Çocuklarımızı ölümsüz olmak için doğurduğumuzu söylüyor eski bir öğreti. Biz buradan çekip gittikten sonra adımız yaşasın, yaşayan bir izimiz kalsın diye. Öyleyse hala birileri istiyor ölümsüz olmayı. Uzun ince bir yolda, iki kapılı bir handa, gece gündüz giden biri, bilmese de ne halde olduğunu, bir tırnak izi kalsın istiyor dünyada.

 Uyanın, uyanın! Ölümsüzlüğü buldular, bulup ölümsüz oldular bile. Kim mi? Kim olacak? Yazarlar ve yazarlarını toprağa gömüp yanında gitmeyen evlatlarının satırları!

Dostoyevski hala konuşuyor bizimle, duyuyor musunuz? Goethe şiirlerini okuyor usul usul. Hayyam’ın dizeleri ritim kazandı, değiyor kulaklarımıza. Shakespeare’in cümlelerini hala biri bas bas bağırıyor sahnenin ortasında.  Sokrates’in sözlerine hala cevap veriyor birileri, baş etmeye çalışıyor onunla. Okumak, tüm insanlığın tarihine kucak açmak, bir ömre bin ömrü sığdırmak demekse; yazmak bir ömürle bin ömre dokunabilmek demek. “Yazmak,” diyor Greene, Kaçış Yolları adlı eserinin önsözünde, “…bir tedavi çeşididir: bazen yazmayan, beste veya resim yapmayan insanların, insanlık durumunun özündeki delilik, melankoli, korku ve panikten nasıl kaçınabildiklerini aklım almıyor.” Diye de ekliyor. Dostoyevski’nin başı epey ağrıyordu belli. Shakespeare kaçıyordu kelimelerden. Düşüncelerini kendi ağzından söyleyemeyeceği bir dünyanın içine sıkışmış ama bulmuştu kurtulmanın yolunu.Mesele, yazarak ne çıkar elde edeceğimiz değil, mesele yazmanın bizi neyin içinden çıkaracağı meselesiydi. Yazmak, şu üzerimizdeki yıldızlı gökyüzü ve içimizdeki ahlak yasasının arasında bir yerde üçüncü bir dünyaya kapı açtırıyordu bize. Dış dünyada dokunamadığımız, iç dünyamızda halledemediklerimizin kelimeleri birbirini kovalaya kovalaya yaratıyorlardı bu yeni evreni.Şimdiye dek bütün yazarların aynı şeyi yapmış olduğunu geçirdim aklımdan. Şu dünyada yaşadıklarını diledikleri gibi süsleyip yeniden yaratmışlardı ya da yaşamadıkları ne varsa dünyadan sıyrılıp kendi dünyaları arasına sığınmışlardı. Yazar, kahramanını başka imkânların kuyruk salladığı bir evrenin içine atıp mümkün kılıyordu her şeyi. Şurada kimsenin karşısına geçip söyleyemeyeceği sözleri kahramanının dilinden şiir gibi akıtıyor, kurtarıyordu onu. Yazar, kahramanını yaratırken ona kendi hayatında eyleyemediklerini eyleyecek güç ve şans veriyordu. Tanrı bizi yaratırken aynı cömertliği göstermişe benzemiyordu.Yazmak, mürekkebin kâğıda bıraktığı iz ya da bir makinenin ona atfedilen kodları ile ekrana tuşladığı birkaç simge yalnızca. Öyleyse mesele, senin bu simgelere hangi baş ağrını dindirmek için başvurduğunun meselesiydi.Hepimizin başı çok ağrıyor bugünlerde!  Ansızın bastırıp sana günü zindan eden migren mi desen, değil. Aralık ayının soğuk yağmurunda kalmış ıslak saça da benzemiyor. Gecenin kokusu çıksın diye dört bir yandan açılmış pencerelerin arasında esen yele de değmedi tenimiz. Çok ağrıyor, açtırmıyor gözlerimizi. Baktırmıyor ışığa, doğuma giden anne kedi gibi karanlık kuytular aratıyor bize.  Kucağımıza kalmış bin yılın derdi, cevapları kırmızı ışıklara takılmış yığınla soru. Birike birike serilip kalmışlar bir kermes meydanında. Her gelen yalnızca güzelliğine bakıp geçmiş tezgâhın önünden. Dün meselesi henüz hallolmamışken yarını koymuşlar eşeğinin sırtına. At gibi şahlanıp atamamış sırtından ama yolun yarısına dek bile taşıyamamış gibi ağrıyor. Yaşamak tatlı ninniler fısıldayınca kulağımıza, ölümün kapı önünde sahibini arayan bir köpek gibi beklediğini unutmuşuz. İşte tam da bunu hatırladığımız an ağrımaya başlıyor! Hayat üzerine söylenebilecek tüm sözler söylendi. En güzel ve en büyüleyici cümleler kuruldu çoktan! Yazılacak tüm senaryolar yazıldı, oynandı bile. Bize de sadece her birini tekrar etmek kalmış gibi ağrıyor. Bir tekerrür müyüz yalnızca?Öyleyse, bundan kurtulmanın bir yolu vardı. Edebiyatın, bir kaçış planından fazlası olmadığına neredeyse emindim artık.

Evrenin ortasından göğe doğru dikilmiş bir merdivenden çıkmaya benziyordu yazmak. Ben de herkes gibi kaçmak istediğimde kendimi boş bir sayfanın üzerine zihnimi döşerken buluyordum. Yazmak, tüm yaşananları daha unutulmaz, daha kalıcı ve daha da ölümsüz bir hale dönüştürüyor, kabul ediyorum. Bu belki de bir yük olarak yaşamaya devam etse de, yazmadan, birkaç harfle somutlaştırıp atmadan içimden, beni benden kurtaramayacak gibi hissediyordum.Ve diniyordu baş ağrılarım. Aynı cümleleri başka başka kuruyorduk hepimiz. Kiminin ki tarih oluyordu, kimimin ki rafta kalmış, birikmiş bir toz. Otobüs bileti kalmış mı diye endişelenmeden, yanımıza alacak yumuşak küçük bir yastık aramadan, yolda acıkırız diye annemizin yanımıza koyduğu o ağır poşeti taşımadan, otogar gürültüsü duymadan çıkabiliyorduk bir yolculuğa. Yalnızca bir kalem bizi şu masanın başından, bu dar odanın içinden çıkarıp bambaşka bir şehre konuk edebiliyordu. Yalnızca birkaç harfi yan yana dizip düşüncelerimizin arasında dolanan kasveti söküp atabiliyorduk. Bitmemiş bir hikâyemiz üç beş şiir dizesine dönüşünce rahat bir nefes alıyordu. Ya da kendimizi avutabiliyorduk. Dönüşü olmayan bir yolun başında devrik bir cümlenin arasına yanlış yerde konmuş bir virgül kadar oluyorduk yalnızca. Kafasını kaldırıp gökyüzüne bekan ilk insan gibi, anlatma ihtiyacına yenik düşüp aktarmak için her yolu deneyenler gibi, bizden çok başka olduğunu sandığımız yüzyıllar önceki o insan gibi kendimizle konuşuyorduk. Çünkü her şey gibi kelimeler de değişiyordu, anlatmak istedikleri hiç değişmese de…

MERAKLISINA:

Adam Phillips-Kaçırdıklarımız

Mircea Eliade- İmgeler ve Simgeler

 

 

 


Kaynakça

Kullanılan Görsel: pexels.com

06-01-2021
Konuk Düşünce Yazarları

Konuk Düşünce Yazarları

info@medyacuvali.com

www.medyacuvali.com

Konuklardan Diğer Yazılar

Bu yazılar da ilginizi çekebilir