Alıca - Barış Selim Uzun (Öykü Yazarı)

Alıca - Barış Selim Uzun (Öykü Yazarı)

A+ A-

            Bu küçük şehirde hayal kurabileceğiniz, intihar edebileceğiniz, âşık olabileceğiniz ve infaz edilebileceğiniz en güzel yer Alıca Dağı’nın batı yamacıdır. Alıca’nın doruklarına, yirmi yedi hanenin yuvalandığı Alıca Köyü’ne çıkan toprak yol, dağın doğu ve güney yüzünde kıvrılır durur ve yalnızca tek bir yerde, taş ocağının tam üzerinde gaddar bir dönemeçle yüzünü batıya çevirir, ardından da gerisin geri doğuya kaçar. Köylülerin Sepelek Bayırı dediği bu tehlikeli kıvrım, özellikle geceleri çok kişiyi canından etmiştir. Şimdi dizleri üzerinde oturarak niceleri için şehrin boynunda bir gerdanlık gibi uzanan Yeşilırmak’ı, akşam ışıklarıyla parlayarak ufka yürüyen dar sokaklara vurulmuş kara bir urgan gibi gören Nazan’ın büyük eniştesi de vakti zamanında bu keskin virajı alamayıp devrilen traktörün kabini altında kalarak can vermiştir.

            Taş ocağından kalkan son kamyonların tekeri, cumartesi günleri saat dörtte dönmeye başlar. Pazar günü ocak artık şehrin turizm kalemindedir. Arta kalan akşam saatlerinde Sepelek’in safir mavisi gök ve iki tepecikle çerçevelenen manzarası karşısından çeşit çeşit insan gelir geçer. Yazısız bir kaide gibi; gün solmaya yüz tuttuğunda aşıklara terk edilir Sepelek. Onlar da karanlık dört bucağı örtünce kimsenin hakkına girmeden oradan ayrılır, yamacı mangallara ve boğma rakılara teslim eder. Fakat Sepelek Bayırı’nda kimse sızmaz. İster akşamüzeri sırtınızdan esen poyrazın yelken gibi şişirdiği delişmen coşkunluklarınızın eteğine tutulup aşkınızı ilan edin ister yamacın iki tepecik arasına seccade gibi serdiği şehrin dört yanından yükselen ışıl ışıl minarelerden mahcup bakışlarınızı kaçırarak ilk gençliğinizi yiyip bitiren ve şimdi uzakta birkaç araba farı dışında kımıltısız yatan bu sokaklara kadeh kaldırın, kimse Sepelek Bayırı’nda sızmaz çünkü sarıçamları ezerek batıya yürüyen güneş alacakaranlığı Alıca’ya süpürdüğünde, yamaç artık tekinsiz bir yerdir. Son küfeliğin türküsü duyulmaz olunca bu gözler kimleri görmedi orada. Sol kolunu Yıldız Dağı’na atmış, sağını Caniklere sermiş, göğsü öğünerek arşı işaret eden kaç cellat kaç cesedi çamurlu tabanları ile iteleyip attı aşağı ben gördüm. Korkuyla titreyen vücudundan ümidi kesmiş, elleri birer mengene gibi başını sıkarken kuruntularını, yeislerini boğmaya çalışan kaç garibanın boşluğa iniltilerle adımladığını ben gördüm.

            Nazan dizlerini yamacın kenarına, önceki gecelerden kalma kül yığınlarından birine koyduğunda iki ihtiyar daha oradaydı. Kumaş pantolonu iki keskin ütü izi ile taze boyalı iskarpinlerine uzanan, yakasını kulaklarına kaldırdığı pamuklu ceketin içinde nazlı bir aceleyle kıvranarak Said’in adımlarını takip eden, Alıca Köyü’nün otuz beş senelik imamı Veli Hoca ve Said’in babası, aynı zamanda köyün muhtarı Musa Efendi. İki ihtiyar Sepelek Bayırı’nın ucunda, yolun doğuya kıvrıldığı yükseklikte yan yana durmuş, dizleri üzerinde inildeyen Nazan’ı ve genç kadının hemen ardında, olanca gamına rağmen şehri keyifle seyrederek sigarasını tellendiriyormuş izlenimi uyandıran Said’i gözlüyorlardı. Akşam oluyordu, vakit aşıklar vaktiydi ama ortalıkta başka kimsecikler yoktu.

            Nazan sonunda kafasını kaldırdı. Said sigarasını yarılamıştı. İkisi de şehre bakıyordu. Ufak evlerden ayrı durduğu ve bahçesi boyunca iki sıra kandiller yanmakta olduğu için zaviyeyi kolayca seçebiliyordu Nazan’ın gözleri. Yazmasının altından girip ensesini gıdıklayan esintiden sebep boynunda ürpertici fakat keyifli bir karıncalanma duyuyordu. Henüz on yedisinde bir genç kız iken annesiyle gitmişti zaviyeye. Sümbülbaba’nın taş duvarını okşarken anacığının tembihine uymuş, geleceği için bir duada bulunmuş, hayatını Alıca’dan başka bir yerde, eğer Sümbülbaba için de mahsuru yoksa Akdeniz kıyısında bir yerde geçirmeyi dilek tutmuştu. Yeleğini şişiren rüzgâr hayal kırıklığını bir nebze süpürdü, Sümbülbaba’nın kandillerine bakıp gülümsedi genç kadın.

            Said sonunda sigarasını ezdi. İhtiyarlar yaklaşacak oldularsa bile çabucak silkelendiler ve durdular. Ne daha yakın olmaları bekleniyordu onlardan ne de kendileri bunu arzuluyordu. Said karısının arkasında öylece dikiliyordu artık. Dili, üst dudağını örten bıyıklarını ıslattı. Bu belli belirsiz alışkanlık dışında suratında hiçbir kıpırtı görülmüyor, şimdi karanlığa gömüldüğü için dipsiz bir kuyuyu andıran taş ocağına bakıyordu. Fakat gözleri Nazan’ın aksine, bu bakışın anlamlı bir düşünceler silsilesinden ileri gelmediğini belli eden bir alakasızlıkla sabitlenmişlerdi. Daha üç aylık, al yanaklı apalak evladını, Ozan’ını düşünüyordu besbelli.

            Yolun yukarısından ayak sesleri geliyor, ihtiyarlar yaklaşanları duyuyor ama gençler sarıçamlar arasından yükselen ve Sepelek’in kenarına ulaşamadan doğanın o bilindik akşam gürültüsü altında ezilip kaybolan ayak seslerini henüz işitemiyordu. Nazan avuçlarını yere kapaklayıp öne eğildi. Parmakları arasına dolan toprağa ve küle baktı. O sırada Said de çömelerek hala kıpırtısız, kaskatı duran suratını karısının çenesine dek soktu;

            “At kendini,” diye fısıldadı Nazan’a.

            Kadın önce başını sağa sola salladı sonra derin bir nefes aldı. Said kadının titreyen çenesini ve yaşaran gözlerini görmüştü. Ağlamasına fırsat vermeden aniden doğruldu. Elini kadife ceketinin altına soktu ve belinden tabancasını sıyırdı. Kendisini dahi hayrete düşürecek çevik bir hareketle mermiyi sürdü, namluyu aynı süratle kaldırıp Nazan’a doğrulttu. Hiçbir düşüncenin araya girmesine müsaade etmeden, bütün bu tantanayı oldu bittiye getirmek istiyordu. Başını ihtiyarlardan yana çevirdi. İki adamın ardında köy ahalisinden kadınlar duruyordu artık. Hemen hepsi ağızlarını altına sakladıkları yemenileri ardından birbiriyle konuşuyor, bazıları gerginlikle yazmalarının iğne oyalarını kemiriyordu. Said’in işaret parmağı tetiğe değince soluğu kesilir gibi oldu. Cılız bir vazgeçiş fikri filizlendi aniden. İki ihtiyara ve arkalarındaki kalabalığa baktı. Gözlerini yumdu, silahı ateşledi.

            Genç kadın benden haza bir keten kuşu gibi alnı al, akabinde göğsü kızıl devrildi öne. Bakışları Alıca Dağı’nın batı yamacında, safir mavisi gök ve iki tepecik arasında çerçevelenen şehrin üzerine kondu ve Akdeniz’le arası oldum bittim limoni olan Sümbülbaba’nın kandillerinde dondu.

            Said önce dönüp bakmak istemedi kadına. Patlayan silahı daha dumanı tüterken oracığa bırakıp köy yoluna düşmüş, kaçar adımları bayırı tırmanmaya başlamıştı. İmam yokuşun yukarısında, telefonun öbür ucundaki jandarmalarla konuşuyor, onları Sepelek’e çağırıyordu. Veli Hoca’nın ardında babası bir elini oğluna uzatıyor, davetine yüklediği şefkatli jestlerle parmakları kapanıp açılıyordu. Hiddetle irkildi Said. Gerisin geri koştu, çamur içinde kalmış ayakları hınçla tekmelemeye başladı kadını. Ahali hep birden genç adamın peşinden atıldıysa da yetişemediler ona. Sonunda Nazan, tıpkı günün sabahında al yanaklı apalak evladını, Ozan’ını kanatlandırdığı gibi, benden haza alnı al göğsü kızıl bir keten kuşu misali kanatlandı Alıca Dağı’nın batı yamacından.

08-04-2022
Konuk Düşünce Yazarları

Konuk Düşünce Yazarları

info@medyacuvali.com

www.medyacuvali.com

Konuklardan Diğer Yazılar

Bu yazılar da ilginizi çekebilir