Ertesi Yarın  'Efe Tuzlacıoğlu'

Ertesi Yarın 'Efe Tuzlacıoğlu'

A+ A-

  Karanlığa, perde arasından ışık sızan odada, bir alarm sesi; dört “dıt” art arda, sessizlik… Tekrar, dört “dıt” sesi daha art arda, sessizlik… Boş bardaklar, ağrı kesiciler ve mide ilaçlarıyla dolu komodinin üzerindeki telefona, yandaki yataktan; yığın haline gelmiş yorganın altından, yavaşça uzanan bir el dokundu.  Ses kesildi, gün başladı…

  Yatağında doğrulup oturdu Ersin. Bir süre halıyı izledi. Kalktı, perdeyi açtı. İçeri dolan güneşten tokat yemiş gibi döndü. Terliklerini giydi. Ayaklarını sürüyerek banyoya gitti. Bir eli musluğun altında suyun ılımasını beklerken, aynada kendiyle göz göze geldi. Lavaboya eğildi, iki avucuna doldurduğu suyu yüzüne çarptı. Doğruldu. Yine yansımasıyla göz göze geldi. Aynanın iki tarafı birbirinden çok farklıydı.

  Her gün kafası dalgın, gözleri yerde, aklında gerekli gereksiz düşünceler, birkaç sokak, birkaç cadde geçer, otobüse binerdi. Bugün biraz daha erken çıkmak istedi evden. Bu yüzden kahvaltıdan vazgeçti. Her sabah olduğu gibi tıraş oldu, takımını giydi. Ayakkabılarının tozunu aldı, kravatını ceketinin iç cebine koydu ve evden çıktı. Bugün tüm dikkati çevresindeydi. Yaşadığı binayı, sokağı izledi. Her gün koşar adım yürüdüğü yolu, ağır adımlarla yürüdü.  Sokağın sonunda, pencerenin ferforjesine asılı çiçeklerin arkasında, sarkık yanaklı, yorgun bakışlı yaşlı adamı gördü. Bir an göz göze geldiler. Şaşırdı, ne yapacağını bilemedi. Sonunda başıyla selam verdi adama. Hafif bir tebessümle karşılık aldı.

  Emekliliğinin üstünden otuz beş yıl geçen Fikret amca, iş hayatını neredeyse unutmuştu. İş, artık alışkanlıklarından biri değildi. O her sabah, selamlaştığı Ersin gibi işine giden insanları seyreder. Kahverengi kumaş pantolonu, bej gömleği, koyu gri kazağı ve beyaz puantiyeli siyah kravatıyla camın önünde oturur; çilli begonyaları, cam güzeli ve sarmaşığının arkasından, yıllarca yaşadığı hayatı sanki süslü bir çerçevenin içindeymişçesine izlerdi. Her günü bir bekleyişti. Yıllarca beklediği mesai bitimi gibi…

  Aklında o yaşlı adam, sokağın köşesini dönüp, dar bir yokuştan ana caddeye indi Ersin. Marketin önünde bir ses dikkatini çekti. Bir karga ceviz poşetlerini parçalıyordu. Onu görünce, ağaca dalan çocuğun ev sahibine yakalanması gibi telaşlanıp kaçtı. Biraz ilerledikten sonra arkasına baktı. Karga cevizlere geri dönmüştü. Arada bir onu gözlüyor, poşetleri parçalamaya, cevizi almaya çalışıyordu. Yolun karşısına geçti. Her sabah su aldığı simitçinin önüne geldi. Sanki ilk defa görmüştü onu. Bunca zaman yüzüne hiç bakmamıştı. Sadece her sabah bozukluk bıraktığı kara, çatlak avuç içlerini biliyordu. Kendini mahcup hissetti… Durağa ulaştı. Otobüsün gelmesiyle duraktaki insan kalabalığı, bir huniden akarmışçasına, otobüsün kalabalığına doldu.  Otobüste duracağı yeri, tutunacağı yeri çok iyi biliyordu. Sanki yıllardır oynadığı bir piyesin, küçük bir sahnesiymiş gibi emindi yapacaklarından. Etrafındaki herkes gibi… İnsanları izlemeye başladı. Bu daracık alanda kaç kişilerdi? Altmış? Yüz? Belki daha fazla, belki de daha az ama kesinlikle kalabalık. Buna rağmen nasıl oluyordu da her biri başka bir nokta buluyordu bakışlarına? Kimse birbirini görmüyordu. Göz göze gelenler de birbirini şöyle bir boydan süzüp, kafasını çeviriyordu. O da dışarı çevirdi gözlerini. Durağına gelene kadar yoldaki şeritler birer birer kaydı yanından. İndiğinde iş yerine doğru yürüyerek, kravatını bağladı. Vardığında, önce kapıda bir sigara içti sonra içeri girdi. Kartlar, turnikeler; kime olduğu belirsiz, samimiyetsiz, zoraki günaydınlar…

  Gözlerini, daldığı bilgisayar ekranından ayırdı. Masasına oturalı bir saat olmasına rağmen daha hiçbir şey yapmamıştı. Aklı karmakarışık; üstünde zor bir gecenin, uzun bir uykunun sersemliğini vardı sanki. Dirseği masada, kafası avucunun içinde uzun uzun kahve makinesine baktı. Yerinden kalkmasıyla da eline tutuşturulan dosyalara bakakaldı. “Bunları bilgisayara geçir, bekliyorum,” dedi Adnan Bey. Kırklı yaşlarında, esmer, tıknaz; saçı, bıyığı hatta çatık kaşları bile boyalı adamın arkasından baktı bir süre. Akrabalık bağları, dalkavukluk, işgüzarlık, iki yüzlülük… Tüm bunlar bu vasıfsız adamı “Adnan Bey” yapan şeylerdi. “Adnan Bey”  olması da Ersin’in, onun karşısında el pençe divan durmasına sebep olan şey. Bu durum canını çok sıktı. Bunca zaman hiç bu kadar ağır gelmemişti. Hakaretlerine, aşağılamalarına hep boyun eğmişti. Dosyayı masaya bıraktı, gidip kahvesini aldı. Sonraki birkaç saat iş arkadaşlarını izledi. Ekran başında pür dikkat Orhan Bey, darmadağın belgelerle bir düzen oluşturmaya çalışan Simge Hanım, durmaksızın önündeki kağıt yığınlarını paraflayan Koray Bey, bir telefonu diğer telefonun çalmasıyla kapatan Nalan Hanım, fotokopi makinesi başında Nadir Bey ve sürekli bir elinde kalem, bir elinde antetli kağıtlar,  imza isteyen Aylin Hanım. Öğle arası yemekhanede onları izlemeye devam etti. Yine herkes bakacak başka bir nokta bulmuştu kendine. Aylin’e takıldı gözü. Bir elinde kaşık, çorbasını içiyor, diğer elinin işaret parmağı masadaki telefonunun üzerinde, yukarı aşağı sallıyordu. Hiçbir zaman yüz bulamadığı kadınla gidip yine konuşmak istedi. Ne kadar samimi olmaya çalışsa da her zaman resmi kalırdı konuşmaları. Sonuçta o da bir “Bey”di sadece. Ersin Bey. Yine de bu sefer umutluydu. Tam yerinden kalktığında yine Adnan Bey belirdi karşısında. “ Sana evrakları hemen bilgisayara gir demedim mi? Kaç saat geçti bir işi halledemedin. Senin de yapacağın işin de…” dedi. Bu laflara kulak asmamaya alışkındı. Sadece “haklısınız” demekle yetinirdi. Ama bu sefer duydukça doldu, doldukça taştı. “Ben de senin!” diye cevap verdi. Adnan Bey, bir süre şaşkın kaldıktan sonra çatık kaşları daha da çatık, işaret parmağını kaldırmış ona doğru sallamaya başladı. Etrafındakilere baktı Ersin. Herkes şaşkınlıkla onu izliyordu. Destek bekleyen gözlerle yüzlerine baktı. Sadece sessiz şaşkınlık vardı. Hızla ayrıldı oradan. Dışarı çıktığında nefes alış verişi hızlanmıştı. Her şey o kadar ani olmuştu ki durumu daha yeni anlayabiliyordu. Pişman değildi. Hatta aksine mutluydu. Koştu, yürüdü; sokaklar, caddeler geçti. Bir şeyler içmek için bir bar bulup girdi. Olanları düşündükçe, bir sinirlendi içti, bir sevindi içti. Yıllarca zar zor tahammül ettiği patronundan, günde on saatini geçirdiği o zindandan kurtulmuştu. Zincirlerini kırmanın hazzını yaşadı. Yapamayacağı hiçbir şey yokmuş gibi hissediyor, içtiği her kadeh de bunu destekliyordu.

  Sabah yatağında açtı gözünü. Midesi sanki buruşturulmuş bir kağıt gibiydi. Hissedebildiği her yeri ağrıyordu. Bir gözü kapalı, bir gözü açık banyoya gitti. Kendiyle karşılaştı yine aynada. Dudağının kenarı yara. Bir gözü şişmiş, kapanmış. Sinekkaydı yüzünde, burnundan çenesine kadar kurumuş kan izi. Ne olduğunu hatırlamasa da bu kadar ağrıya beklediği görüntü buydu. İki avucuna doldurduğu suyu yüzüne çarptı. Alarm çalmaya başladı; dört “dıt” art arda, sessizlik… Tekrar, dört “dıt” sesi daha art arda, sessizlik… Aynanın iki tarafında da aynı gülümseme vardı.





Kaynakça

https://plixs.com/

Fotoğraf: Congerdesing

20-03-2019
Konuk Düşünce Yazarları

Konuk Düşünce Yazarları

info@medyacuvali.com

www.medyacuvali.com

Konuklardan Diğer Yazılar

Bu yazılar da ilginizi çekebilir