Bir Depremzedenin Tarihsiz Günlüğü-3 - Sümeyra Öztimur (Türkçe Öğretmeni)

Bir Depremzedenin Tarihsiz Günlüğü-3 - Sümeyra Öztimur (Türkçe Öğretmeni)

A+ A-

Sait Faik’in “Yazmasam deli olacaktım.” dediği neydi? O, her şeyin bu günlere göre normal sayılabileceği bir çağda kurmuştu bu cümleyi. Buna rağmen söyleyecek sözü çoktu. “Peki biz ne yapalım?” diyesi geliyor insanın. Öyle bir çağa geldi ki ömrümüz… Konuşsak olmuyor, sussak gönül razı değil.

En iyisi yazmak, üstadın dediği gibi. Elbet vardır bir bildiği.

Petrolden çıkıp arabamıza döneli iki saat oluyor. Birkaç yudum su eşliğinde bisküvi atıştırıyoruz. Telefonların şarjı az. Bakamıyoruz gelişmelere. Bu arada bir hareketlenme gözlemliyoruz. Trafik işliyor mu acaba? Yola çıkmadan bilinmez. Bildiğim şu ki zaptolacak gibi değilim artık, gitmek istiyorum. Nereye mi? Annemin ve babamın yanına… Ah, bir yan ki bu dünyadaki sığınağım, emanet verildiğim çatım, kolum, kanadım, bağım, bağlantım… Bir görsem rahat edeceğim.

Çıkarıyorum arabayı. Bir üst caddeye doğru sürüyorum. İki yüz metre kadar ilerledikten sonra tıkanıyor yol. Gözüme çarpan ilk ara sokağa dalıyorum. Aşağıya, yukarıya, sağa, sola açık bulduğum yerden döne döne beş dakikalık yolu ortalama yirmi dakikada tamamlayıp baba evimin yanındaki parka kadar geliyoruz. Babamla annem arabanın içinde bekliyorlar. Bizi görünce arabadan inip boş bir park yeri gösteriyorlar. Arabayı yerleştirir yerleştirmez ben de iniyorum ve anneme sarılıyorum. Ağlamaktan konuşamıyorum. Annem sıkı sıkı sarıyor beni. “Tamam, sakin ol, iyiyiz.” Sakin olmak ne mümkün! Saatlerdir aynı soruyla çalkalanıyorum: Ya bir daha göremeseydim? Annemin kollarından sıyrılıp az ileride bekleyen babama koşuyorum. Babam, bütün duygularını gözlerine hapsetmiş acı ve şükür karışımı bir bakış atıyor. Sarılıyoruz. “Sizi bir daha göremeyeceğim diye çok korktum.” diyorum. “Çok şükür, sağ salim çıktık.” derken sırtımı ufak ufak tıpışlıyor. Gece kabusla uykusundan uyanmış küçük bir kız çocuğu gibi hissediyorum tıpışlanırken. “Geçti.” diyor her bir vuruş ve her bir vuruş güven duygumu tazeliyor. Kaç yaşında olursanız olun, anne babanız hayattaysa hep onların eline doğan minik yavruları olarak kalıyorsunuz. Kendi evladınızın yanında devleşirken anne babanızın yanında cüceleşiyorsunuz. Evladınıza verdiğiniz naz ve niyaz da dahil tüm haklardan anne babanız hayatta olduğu sürece siz de faydalanabiliyorsunuz.

Toparlanıyoruz fakat bir eksiğimiz var: Kardeşim. Onu arıyoruz. Müdür yardımcısı olarak çalıştığı okuluna gittiğini öğreniyoruz. Müdür bey okulu depremzedeler için açmış. Civarda oturanlar oraya sığınmışlar. “Buraya gelin, çay demledik, içiniz ısınır.” diyor. Annemler arabalarında misafir ettikleri komşu aileye soruyorlar. Onlardan da onay çıkınca okula gidiyoruz.

Teyzem yolda huzursuzlanıyor çünkü okul da yüksek bir bina. Kaygısında haklı ama giriş katında oturacağımızı ve ani bir sıkıntıda hemen dışarı çıkabileceğimizi söyleyerek teskin ediyoruz onu.

Kar ince ince döküştürüyor. Kuzenim lastiklerin kara uygun olup olmadığını soruyor. “Bu soruyu sormamış ol.” diyorum. Ne demek istediğim açık, Allah’a emanetiz. Oklarım kendime dönüyor. “Ne ucuzmuş canın? Bana bir şey olmaz cesaretinde misin?” Değilim. Aldığım üç kuruş maaşla geçinme derdinden ha bugün ha yarın diye erteleye erteleye geliyorum bugüne ama hayat ertelemeye gelmiyor. Söz konusu can olunca her mazeret geçersiz. Hatalıyım, suçumu kabul ediyorum.

Okula varıyoruz. Bahçede dip dibe park etmiş arabaların etrafında insanlar var.  Elde sigara, tedirgin ve boş bakışlarla soğukta volta atan insanlar…

İçeri giriyorum. Kardeşim arkasını dönük birine bir şeyler anlatıyor. Koşar adım gidiyorum üzerine. “Melike!” diye adını zikreden sesimi duyunca dönüyor. Sarılıyoruz. Yanaklarımız birbirine yapışık bir elimizle birbirimizin saçlarını sıvazlıyoruz. Benden iki yaş küçük kardeşim, çocukken ölesiye sevdiğim ve bir o kadar kıskandığım ilk arkadaşım, ergenlikte sırdaşım, kadınlığa atılan adımlarda yoldaşım, iyi günde esprim, kahkaham; kötü günde mantığım, merhemim, dermanım… Oh, derin bir oh daha!

Unutmadan bahsedeyim. Bir kardeşim daha var benim, benden on üç yaş küçük. Hani şu tekne kazıntısı dediklerinden. İstemem de istemem diye tutturup aramıza katıldığı günden yan cebime attığım ve bir daha oradan ayırmadığım küçüğüm. Akıl küpüm, gitarımla tıngırdattıklarımı ninni bellettiğim, sokakta oynarken düştüğünde avaz avaz “Abla, abla!” bağırışıyla mahalleyi inleten. Kocaman olup üniversitelere giden, paniğini öngörebildiğimden sabah TV’yi açıp şoka girmesin diye kendime gelir gelmez mesaj attığım miniğim. Aradı. Sabaha karşı birlikte kaldıkları en yakın arkadaşı uyandırmış, onu da Maraşlı ortak bir arkadaşları.  “Bir şey söyleyeceğim ama sakin ol Seray. Deprem olmuş, büyük bir deprem. Sizinkilere ulaşalım hemen.” demiş. Seray telefonuna baktığında bir sürü cevapsız arama ile mesajımı görmüş. Çok korkmuş. Sesinden kalbinin gürültüsü fark ediliyor. Burdur’a gelmemizi istedi acilen. Bekleyeceğimizi, ne olduğunu anlamaya çalıştığımızı söyledim. Aldığı yanıt gönlünü ferahlatmadı, kızacaktı bize de son anda göstereceği reaksiyondan vazgeçti sanki. Telefonu kapatırken kendisini habersiz bırakmamamızı salık verdi. “Peki” dedim. Onu da anlamak lazımdı. Ailesi için kaygılıydı, güvende olmadığımızın pekâlâ ayrımındaydı ve bu yüzden hepimizi yanında istiyordu. Arzusunu hemen gerçekleştirmeye güç yetiremeyince eli yüreğinde bir bekleyiş onun için de başlamış oldu.

Hep beraber kardeşimin giriş katındaki odasına geçiyoruz. Birer bardak çay getiriyor Melike. İyi geliyor, gerçekten de bir parça ısınıyor içimiz. Yeğenime bakarak göz ediyor sonra. Yavrum hiç konuşmuyor, donuk donuk bakıyor, seslenince bile geç tepki veriyor. Babası sürekli yanında. Deprem anında şok geçirmiş. Evden çıkarlarken kedisi Tomris’i istemiş. O hengamede bir de Tomris’i aramışlar fakat ne kadar aradılarsa bulamamışlar. Çaresiz onu alamadan evi terk etmişler. Yeğenimin hali oracıkta düşüncelere salıyor beni. Can deyince akla ne gelir? Kime sorduğumuza bağlı. Çocuksa, her şey gelir aklına. Bir ağaç, bir böcek, gece birlikte uykuya dalınan peluş ayıcık, çeşit çeşit kıyafetler giydirilen oyuncak bebek velhasıl hayatına eşlik eden her şey…  Peki ya yetişkinse sorduğumuz? Bir kenara dekor edilen çiçek gelir mi mesela? Günler sonra boynunu büktüğünde alelacele sulanan hani. Kafeste beslenen kuş? Yeminin ya da suyunun bittiği ciyaklayışından fark edilen hani. Yok, gelmez. Onların da can olduğunu ve sorumluluklarının bize ait olduğunu hatırlıyorum, bir de muhabbet kuşumuz Paşa’yı, o an hatırlıyorum, öncesinde yoktu. Annemlerdeydi en son. Onu almayı düşünememiştik. Çiçeklerimiz idare edebilirdi ama Paşa’yı unutmasak iyiydi.

Canım sıkılıyor. Odadan ayrılıp katta gezintiye çıkıyorum. Sınıflarda ellerinde çaylarıyla sıralarda oturuyor insanlar. Bitkin bedenler tahta zeminde yuvasındaki kanepenin rahatını arıyor, ilkokulun minicik sıralarına bakarken zihnim izin almadan başka bir aleme sefere çıkarıyor beni.

Şimdi diyorum deprem olmasaydı, sabah sıcacık evlerimizde gözlerimizi açsaydık, yatağımızda gerinerek ayılsaydık, kalkmaya hazır hissettiğimizde yavaşça doğrulsaydık, yatağın yanında geceden bıraktığımız terliklere uzansaydı ayaklarımız usulca, lavaboda elimizi yüzümüzü yıkayıp mutfağa geçseydik. Çaydanlığa su koyup ocağın altını yaksaydık. Radyoyu açsaydık sonra, hareketli bir Ege türküsü çınlasaydı kulaklarımızda. Dokuz sekizlik ritimle kahvaltımızı yapıp türküden yüklendiğimiz yaşama sevincini yaysaydık günümüze. Perdenin arkasından sızan güneşin ışıklarına karışsaydı ışığımız. O enerjiyle bir çırpıda toplasaydık ortalığı. Telefon çalsaydı öğleye doğru. Bir dost kahve içmeye geleceğini söyleseydi. Uzun zamandır görmediğimiz ve biraz da özlediğimiz biri. Sevinseydik. Heyecanla mutfağa gidip bir kek çırpsaydık çikolatalı, ne yakışırdı kahvenin yanına…

Seferi yarıda bırakıp odaya dönüyorum. Hayal zamanı değil. Meraktayım. On il diyordu ilk haberler; kim ne halde, öğrenmek istiyorum. Bilgisayar başındaki çocuklar çizgi filmden sıkılınca hemen alıyorum onların yerini. Haber kanallarının canlı yayınlarına bağlanıyorum internetten. İlk görüntülerle orada karşılaşıyorum.

Korkunç!

Yıkık dökük binalar…

Harap olmuş şehirler…

Kâğıt inceliğinde enkaz yığınları…

Un ufak tonlarca ağırlığın altında insanlar…

Kahramanmaraş, Hatay, Osmaniye, Gaziantep, Malatya, Adana, Adıyaman, Kilis, Şanlıurfa, Diyarbakır!

Ulaşılabilen her yerden görüntüler izliyorum. Ancak savaş alanlarında karşıma çıkabilecek türden gördüklerim. Kalabalıkta gözyaşlarıma hâkim olmak için üstün gayret sarf ediyorum. Soranlar oluyor:

               ” Nedir durum?”

               “Kötü, çok kötü!”

                Başka bir şey soran olmuyor.

Kalkıyorum bilgisayarın başından. İzlediklerimi muhakeme edemiyorum. En temel ihtiyaçlarından mahrum bir depremzede olarak beynim yarım kapasitenin altında çalışıyor.

Vakit öğleyi buluyor. Artçı depremler geliyor beş on dakikada bir. Koşarak boşaltıyoruz binayı. Kar altında biraz bekleyip içeri giriyoruz. Bazılarımız giremiyor. Arabalarına doluşup beklemeye karar verenler oluyor. Yakıt biter diye o seçeneği değerlendiremiyor kimimiz. Nasıl davransak iyi olur, bilen var mı ki?

Tuvalete gitmek istiyorum. Artçılar ansızın geldiği için cesaret edemiyorum üst kata çıkmaya. Bir niyetleniyor bir vazgeçiyorum. Çok sıkıştım, son cüret, bu kez kararlıyım. Tam ayaklandığım sırada bir mesajdan bahsediliyor. Saat 13.00’te yine büyük bir deprem olacakmış. Mesajlarımı kontrol ediyorum. Bana böyle bir mesaj atılmamış. Babamın panikleyenlere cevaben öfkeyle ifade ettiklerini yumuşatarak tekrarlıyorum: “Depremin saati mi olurmuş? Olsa sabahın kör saatinde hazırlıksız yakalanır mıydık? Sahtedir o mesaj.”  Afad’ın gönderdiğini söylüyorlar. Belli ki mesajı inandırıcı kılmak için devlet kurumunun adı kullanılıyor. Odadakileri fikrimize ikna ediyoruz babamla ama ben yine gitmem gereken yere gidemiyorum. Saat 13.00’e az kala yeniden niyetleniyorum. Ne var ki içimden bir ses oturmamı istiyor, bense sabahtan beri tuttuğum çişimi bırakmak! Ayrılamıyorum yerimden bir türlü. Bir yandan da kendimle kavga ediyorum. “Salak mısın sen? Bir de öğretmen olacaksın, saçmalama ve kendine gel! Hem öyle üst üste büyük depremler olmaz ki! Bir tane oldu işte, bundan sonra sadece artçılar gelir. Onların da şiddeti 2, 3 bilemedin 4’tür. Yıkıcı olmaz.” Kavgayı içimdeki ses kazanıyor. Gidemiyorum. İyi ki gidemiyorum. Sahte mesajı doğrularcasına saat 13.24’te tıpkı sabahki gibi büyük bir şiddetle sallanıyoruz. Onlarca insan koridorlardan dış kapıya atılırken biz de hızla dışarıda buluyoruz kendimizi. Binaya bakıyoruz, hala sallanıyor. Sinirlerimiz öyle hassaslaşıyor ki tepkiler birbirine karışıyor. Ben isyanla ağıtı birleştiriyorum: “Bitmiyor, bitmiyor, ne zaman bitecek?”

Müdür bey okulu kapatmaya karar veriyor. Binanın güvenliğinden şüphe ediyor. Sadece o değil, hepimiz şüpheleniyoruz artık. Sarsıntıyı sorgulayacak zaman bulamıyoruz. Artçı deprem olduğunu zannediyoruz, şiddetli bir artçı. Arabalara atlıyoruz yeniden. Teyzemin kızıyla görüşüyoruz. Eşinin çalıştığı sanayideki iş yerine sığındıklarını bizim de oraya gelebileceğimizi iletiyor. Açık alanda prefabrik bir yapının daha güvenli olacağına kanaat getirip hep beraber yola çıkıyoruz.

Kar hızlanıyor.

Son deprem şehri keşmekeşe çeviriyor hepten.

Herkes bir yere kaçıyor.

 Amerikan filmlerini bilirsiniz. Senaryolar birbirine benzer hep. Şehre bir bela musallat olur. Ya sel ya yeraltından çıkan bir canavar ya da gökyüzüne salınan ağır zehirli bir gaz… İnsanlar arabalarına binip güvenli bir yer ararlar yahut şehri terk etmeye çabalarlar. Biz de aynen o senaryoyu yaşıyoruz. Yer inliyor ve her inleyişinde bize bir şeyler anlatmak istiyor da biz anlamadıkça daha fazla hiddetleniyor sanki.

 Zor zekât ilerleyebiliyoruz. Uzun kuyruklar, korna sesleri, sık sık durup kalkmalarla devam ediyoruz. Bir kavşakta kırmızı ışıkta beklerken önümdeki arabanın geri geri üstümüze doğru geldiğini fark ediyorum. Elimi kornaya yapıştırsam da nafile, araba bizim arabaya vurarak durabiliyor. Kuzenim “Sen kal.” diyerek aşağı iniyor keza öndekiler de. Yerinden çıkan ön tamponu takıyorlar. Allah’tan tutuyor. Zarar ziyan arayacak durumda değilim, yeter ki araba yürüyebilirliğini kaybetmesin. Elimizdeki en önemli eşya araba zira hiçbir yer bulamazsak başımızı sokabileceğimiz çelikten dört duvar mahiyetinde artık.

 Kazanın şokunu atlatmadan telefon çalıyor. Ankara’daki canlarım arayan. “Yine deprem oldu, çok şiddetliydi, bu ne biçim artçı!” diye sızlanırken depremin artçı olmadığını, Elbistan’da 7,6 şiddetinde bağımsız bir deprem olduğunu, sarsıntının Ankara’dan da hissedildiğini öğreniyorum. İnanılır gibi değil! İzlediğim görüntülere yenilerinin katıldığını tahmin etmek zor olmuyor. Yine yeniden eyvah!

Sanayiye yakın bir bölgedeyiz. Yol üzerinde açık bulduğumuz her bakkala soruyoruz: “Ekmek var mı?” Yanıt hep aynı: “Yok.”  Fırınlar doğal gaz kesildiğinden çalışamıyormuş. Fırınlar ne zaman geçti doğal gaza? Ne oldu bizim odun fırınlarına, ne ara değişti sistem? Ben mahallemdeki fırının önünde hep odun görürdüm meğer çok az sayıda fırın kalmış böyle çalışan. Bu bilgi de benim için yeni. Nihayetinde şehirde yiyecek bir lokma ekmek yok. Kuzenim bakkaldan bulduğu kalan son birkaç kutu bebek bisküvisini alıp geliyor. Çoluk çocuk nasiplenir, hiçbir şey bulamazsak biz de atıştırırız diye düşünüyor.

 İş yerine ulaşıyoruz. Giriş katta erkekler ayakta geziniyor. Kadınlar asma kata yönlendiriliyor. Bir odanın kapısı açılıyor ve içeride birkaç battaniyenin altına girmiş yerde oturan on beş yirmi kadın görüyoruz.  Küçük bir elektrikli soba çalışıyor. Sığamayacağımız anlaşılınca yandaki boş oda da kullanıma açılıyor. Orada da klima mevcut. Masa kenara çekilip yerlere kartonlar seriliyor. Birazımız yere, birazımız kenarlara dizilen büro koltuklarına oturuyoruz. Hepimiz çok üşüyoruz. Yine süresini bilmediğimiz bir bekleyiş başlıyor. Artçılar yoklamaya devam ederken bir dakika sonra bile başımıza ne geleceğini kestiremiyoruz. Elektrik de kesilir mi? Klima çalışabilecek mi? Isınabilecek miyiz? Yiyecek bulabilecek miyiz? Geceyi nasıl geçireceğiz? Bu arada tuvalet var mı?

Elektrik kesiliyormuş ara ara ama iş yerinin jeneratörü devreye giriyormuş.

Klimayı açıyorlar.

Yemek fabrikalarıyla yiyecek temini için irtibata geçilmiş.

Bir saat sonra elimize geçen sandviç şifa görevinde.

Tuvalet varmış ama sular kesikmiş.

İhtiyaç küçük abdestse giderebilirmişiz ama klozetin kapağını muhakkak kapatmalıymışız.

İçim bir hoş oluyor, temizliğin kıymetini anlayacağım bir ders geliyor.

Çare yok, kabul ediyorum.

Temizlikten laf açılınca covid günlerine gidiyorum. Ne günlerdi! Hastalanıp ölürüz korkusuyla günde sayısız kez el yıkıyor, üstüne kolonya hatta onun da üstüne emin olamayıp dezenfektan sürüyorduk. Ellerimiz egzama oluyordu kimyasallardan. Maskesiz gezene iyi gözle bakmıyor, dışarıyla temas edeniyse çamaşır suyuna yatırasımız geliyordu ve günün sonunda akıl sağlığımızdan endişelenip içimize atıyorduk doz aşımı hijyen takıntılarımızı. Abartmış mıydık, evet! Fakat ortada görünmez bir düşman vardı ve saçmalamak geçerli bir sebebe bağlanabiliyordu. Ya pandemi olmadığı zamanlar nasıldı?  Normal ahvali aktarmam gerekirse memleketim Gaziantep’te ev önemlidir. Evin düzeni ve temizliğinden birbirlerine not verir kadınlar. Şu gündüz kuşağı kadın programlarında olanlar, bizim memlekette yaşam pratiğidir. Nereye gitseniz ev temizliği için her gün harcanan saatler; dağınık eşten ve pis çocuklardan şikayetler, halı için perde için koltuk için ayrı ayrı seçilip kullanılan deterjanlar, çağrılan temizlikçi kadınların karşılaştırılması üzerine gelişen ve bıkmadan yinelenen boş muhabbetler dinlemek zorunda kalırsınız.

Gel gelelim şimdi tam burada hiç tanımadığı insanlarla susuz bir tuvaleti paylaşan kadınlar var ve hijyenin H’si yok. Yeni şartlara göre hijyen eşittir ıslak mendil. Nokta. Muhalefet yok. Kimse kimseyle temizlikte sidik yarıştıracak durumda değil.

Hepsi bu kadar mı?

Elbette hayır!

Üçüncü bölüme noktayı koymadan dikkatinizi çekmek isterim.

Hala ilk gündeyiz ve ilk günden devam edeceğiz.

 

 

 

 


Kaynakça

Kapak görseli yazara aittir.

22-03-2023
Konuk Düşünce Yazarları

Konuk Düşünce Yazarları

info@medyacuvali.com

www.medyacuvali.com

Konuklardan Diğer Yazılar

Bu yazılar da ilginizi çekebilir