Platon ile Uzun Bir Yolun Başı: İçine Zincirlendiğimiz İstiridye Kabuğu  - Eylem Karakoç (Felsefe)

Platon ile Uzun Bir Yolun Başı: İçine Zincirlendiğimiz İstiridye Kabuğu - Eylem Karakoç (Felsefe)

A+ A-

İtiraf etmeliyim, hayli zamandır bu yürüyüşün Platon ile kesişmesini bekliyordum. “Konu artık ona gelse!” diye sabırsızlanıp duruyordum. Ve işte artık o zaman geldiğinde bu kez yolun o kadar uzun ve yokuşlu olduğunu, hangi birini burada nasıl anlatacağımı, her şeyi anlatmama gerek olup olmadığını düşündüm durmaya başladım. Platon’u anlatmaya nereden başlayabilirdim ki, o insanın doğumdan öncesini dahi konu almışken içine. Ya da anlatmayı nerede bitirebilirdim ki, hala ve hala birileri aşmaya çalışırken onu.  Rollo May, “Yaratma Cesareti” adlı eserinin bir bölümünde tam da bundan söz ediyordu. İnsan, bir şeyleri düşünüp dururken değil de, onu düşünmeyi bıraktığında meydana yavaş yavaş çıkarıyordu kendini yaratılan. Çünkü zihin, karmaşanın içerisinde üzerine gittikçe sisli bir havaya benzetiyor kendini, göz gözü görmez oluyordu. Ama şu içimizde konuşup duran biraz uzaklaştıkça oradan, tüm sis bulutlarının diledikleri gibi yayılmasına izin verdikçe biz, havada güneş yükseliyor ve gökkuşağı beliriyordu. Yine aynı eserin başka bir bölümünde, yürümekten ve yürüyüşün yarattıklarından söz ediyordu May. Arayıp durduğunu otobüs durağına doğru yürürken bulan bir kişinin örneğini veriyor, yürümek üzerine sayfa sayfa konuşuyordu. Ben de geçmişte rafa kaldırdığım bu kitabın üzerine, bir de “Yürümenin Felsefesi” ve “Yürümek” adlı eserlere de göz gezdirirken şöyle bir satırla karşılaştım. Henry David Thoreau, rüzgârların, ormanların, kabaca doğanın kendi seyrinde yol alan her şeyin arasında adım atmanın bedensel olandan çok, zihinsel olana da hizmet edeceğinden bahsediyor ve ekliyordu. “Platon, akademisinin yollarına tam da bu yüzden ağaçlar ekmiş olmalıydı!”   Öyleyse, bu felsefe tarihi içerisine döşediğimiz yürüyüşün Platon durağında hem onun ruha ve bedene yüklediği anlamlar arasına hem de yürümenin felsefesine doğru atacaktık adımlarımızı. Platon, agoraya doğru atarken adımlarını, biz de onun gösterdiği dik ve engebeli yokuşu ağır ağır çıkacaktık.  

      “Değildik.” Diyor Platon. “…biz de arınmıştık ve yanımızda taşıdığımız, adına beden dediğimiz, içine bir istiridye kabuğu gibi zincirlenmiş olduğumuz bu şeyle mühürlü değildik.”  Elbette sahip ve sorumluyduk bedenimizden. Onu eğitmeli, ihtiyaçlarını gidermeli ve yolculuk boyunca içinde yürüdüğümüz şu bedene gerekli özeni göstermeliydik. Ama mühürlü değildik onunla ve ibaret değildik ondan. Bedenin, sınırlı doğası değildi bizim doğamız. Sürekli bir isteği vardı bizden. Onu doyurmak, uyutmak, fazlalarından kurtarmak, büyütmek zorundaydık. Ruhun saatlerce koşmayı dilese de, bedenin bir yasa gibi karşında dikilir, nefesini keserdi. Ruhunun bacakları taklalar atsa da gökyüzünde, bedenin sabırla eğitilmeyi beklerdi yalnızca bir takla için. Ruhun, büyük bir çölde günlerce aç susuz yürüyebilse de, bedenin hastalanır zehir ederdi sana yalınayak bastığın kumu. Şarkılar eşsiz bir ahenkle yükselse de ruhunun sesinden, ses tellerin birbirine dolanır bir türlü söyletmezdi sana şarkılarını. Ve elbette, bu sınırları genişletmek, kendine dinç bir beden armağan etmekte ruhun işiydi. Beden, çok başkaydı ruhtan ama apayrı da değildi elbet. Ruhunun kanatlarını yönetmeyi bilen, bedenini hayli hayli yükseltirdi daha yukarıya. İnsan, ruhtu çünkü. Ruh dediğin de akıl.

     Biri siyah, biri beyaz iki atın iplerini elinde sımsıkı tutup da ilerlemeye çalışan bir at arabacısı kadardı insan. Sürekli daha iyiyi isteyecekti, daha da iyiyi, hep daha iyiyi. “Daha” iyiye düşmandı çünkü. Hep olacaktı içinde bir tarafın o simsiyah, o doymak bilmez arzuları. Yatıştıramadığı öfkeleri, dindiremediği hazları, yok sayamadığı karanlık duyguları. Bir durup bakmadıkça çirkinleşecek, siyah atın gözleri kanlanacak, didinmekten yorgun düşecek ve arabanın dengesini bozacaktı. Sen “Gitme!” dedikçe başka yöne dönecek, sonra da atım atamaz halde bırakacaktı arabayı da, arabacıyı da. Bir de bembeyaz bir taraf vardı ruhumuzun içinde. Sakinliğin ve sessizliğin peşinde. Avucuna koyduğu kadarıyla yetinecek, sen ipini ne yana çekersen o yana bakacaktı gözleri. Tüyleri uzun, beyaz, gür ve güzel bir attı o. İkisini de iplerini ellerinden kaçırmamak için sımsıkı saran nasırlı bir el kadar mıydı insan? Arabacı, karanlık ile aydınlığı birlikte yürütmeye çalışırken, doğum ile ölümü de aynı doğrultu da mı yürürdü? “Onlara mit dediğimiz şeyin birer masal olmadığını anlatmamız lazım.” Diyordu Eco. Yoksa, her birinin birer eski ninni olduğunu sanmakla kalacaktık. Oysa, bugün yolumuzu şekillendiren tüm inandıklarımızın onlara dayandığını ve bize geçmiş tarihinden daha fazlasını verdiklerini görmek gerek! “At Arabası Mitosu” diyor Platon okurları buna. Tam anlamıyla, korkunç bir yürüyüş bu! Seni çekiştiren iplere sımsıkı sarılmış bir el, yolun doğru yöne gittiğinden emin olması gereken ayaklar, yorgunluğunun iyileşmesi gereken bir beden ve kanatlarını kırmadan yükselmeye çalışan ruhun. İnsanın yürüyüşü.

      “Yürümek, bir spor değildir.” Diye başlıyor Gros, Yürümenin Felsefesi isimli eserine. Bir ayağın ileriye atılırken geçmişe bakıyor diğeri. Zamanı da taşıyor kucağında insan yürürken. Geçmişe döndürüyor bir yüzünü, hatırındakiler ile kuruyor yolculuğunu. Diğer yüzü ise gelecekte elbet. Gideceği yolu arıyor. Hepsi “şimdi” oluyor, insan yürütürken bedenini, ruhuyla, zamanıyla, seçtikleriyle, yani tüm insanlığı ile orada oluyor.

     “E insan ruhsa, ruhta akılsa, insan nasıl bilecek doğru yürüdüğünü? Bu yürüyüşte, neyi yol arkadaşı seçecek kendine?” diye sormaya başlıyorsun Platon’a gözlerin sözlerinin üzerindeyken. Birkaç paragraf sonra hemen cevap veriyor. Elbette, eğitimle! Eğitim mi? Nasıl bir eğitim bu? Neyle nasıl eğiteceğim şimdi bedeni mi, ruhu mu? Yoksa bedenin hapishanesinin demir parmakları ancak böyle mi açılıyor? “Eğitim” dediğin, eğmek, bükmek, oynamak, yontmak işte. Neyi eğip bükeceğim de ne şekle bürüneceğim? “Elbette, ruhun, aklın eğitimi olacak bu.” Diyor Platon. Ama Nasıl Platon? Nasıl eğeceğim aklımı, eğeceğim de ne ile bükeceğim ruhumun kanatlarını? “Erdem!” diye cevap veriyor. “Erdem ve felsefe ile!” Evet, felsefe ile. Aklı eğmenin daha güzel bir yolu var mıdır ki zaten? Aklını arayan, yine akıl ile bulur aradığını. Aradığın yolun adıdır felsefe. Kanatlarının şeklini, yolunun yönünü, atının ipini eğiteceğin yegâne şey. Zaten, felsefeyi yürüyeceği yol bilenin, avucunda belirir erdemi. Arabacının hükmünü de, Sokrates’i sorguladı diye ölüme mahkum eden devletinde, doğa düşünürlerinin sıraladığı evrenin ilk maddesini de, insanın neliğini de cevaplayıverir aniden. Akropolis’in duvarları arasına ektiği çiçeklerle,  beden kabuğunun sertliği arasında yeşeren ruhu da, yaşanması mümkün olmayan insanlar topluluğunun kurduğu yasalarında arasına erdem ve eğitim tohumu eker.  Bu tohumları felsefe sular. Yetiştirdiği ağaçlar da nihayet “ insan” olurlar.

        Yürümek bir gezi değildir. Yürümek bir spor, bir boş zaman değerlendirmesi ve yahut da bir eylem değildir yalnızca. Yürümek, yaratmaktır en nihayetinde. Doğanın arasında kalmış insanlardan yalnızca biri olmaktır. Ama insanın kendi yürüyeceği yolun inşası, nasırlı ellerden, bedende kalan büyük zincir izlerinden ruhunu görebilmesi ile başlayacaktır. Öyleyse, insan ruhunu görür önce. Sonra ruhu görmeye başlar: siyahını, akını ve bağlardan morarmış bedeninin içinden ipini kesecek bıçağını.

        “Değildik.” Diyor Platon. “…biz de arınmıştık ve yanımızda taşıdığımız, adına beden dediğimiz, içine bir istiridye kabuğu gibi zincirlenmiş olduğumuz bu şeyle mühürlü değildik.” 


Kaynakça

Frederic Gros-Yürümenin Felsefesi Henry David Thoreau- Yürümek Platon- Phaidros ya da Güzellik Üzerine Kullanılan Görsel: pexels.com

06-10-2021
Konuk Düşünce Yazarları

Konuk Düşünce Yazarları

info@medyacuvali.com

www.medyacuvali.com

Konuklardan Diğer Yazılar

Bu yazılar da ilginizi çekebilir