Bir Depremzedenin Tarihsiz Günlüğü-2 - Sümeyra Öztimur (Türkçe Öğretmeni)

Bir Depremzedenin Tarihsiz Günlüğü-2 - Sümeyra Öztimur (Türkçe Öğretmeni)

A+ A-

Çıktık.

Can havliyle, telaşla…

Bir yağmur iniyor ki gökten, bardaktan boşanırcasına… Yağmur değil bu, gökyüzü hüngür hüngür ağlıyor sanki.

Aşağı indiğimde sıcak yataklarından apansız kalkıp nereye gideceğini bilmeyen, ne yapacağını kestiremeyen insanların şuursuz, yönsüz ve çaresiz kaçışını görüyorum. Panik, korku, endişe, şaşkınlık…  Oğlumu bulamıyorum bir an kalabalıkta. Merdivenlerde arkamdaydı, nereye gitmişti? Derken “Anne!” diyen sese dönüyorum. Yüzümüze düşen damlalar, gözlerimizden süzülenlerle birleşirken arabaya atıyoruz kendimizi ivedilikle. Birden içime bir ateş düşüyor. Canımdan can bildiklerim düşüyor hatırıma. Ben hayattayım, ya onlar?

                Ellerim titriyor.

                Yüreğim kabarıyor.

Art arda çalan telefonumu her açışımda selamsız sabahsız tek bir soru çınlıyor kulağımda:

                  “İyi misiniz?”

Ben birileriyle konuşurken bana ulaşamayanlar aynı soruyu biriktiriyor mesaj kutumda:

                  “İyi misiniz?”

“İyiyiz.” diyorum herkese. Sonra ben soruyorum aynı soruyu. Bereket, ulaşabildiğim herkesten beklediğim cevabı alabiliyorum: “İyiyiz.”

İyi miydik peki? Hiç de değil.  Sözcükler gerçek anlamını yitirmişti bir anda. İyi olmak, “Ölmedim, yaşıyorum” anlamına geliyordu o dakikalarda. Hala nefes alabilenlere özgü bir iyilik…

Azıcık sakinleşmeye kalmadan araba beşik gibi bir sağa bir sola şiddetle sallanmaya başlıyor. Nasıl yani, yine mi? Dışarıda çığlıklar yükseliyor bu kez. Kalbim yerinden çıkacak, ne oluyor? Midem bulanıyor, daracık sokağın iki yanında yükselen binalara bakarak dua ediyorum, yıkılmamaları için yalvarıyorum iç sesimle ve neyse ki sallantı duruyor yine. Bir deprem daha yaşıyoruz ilkinden kendimize gelmemişken. Bu kaç saniye sürmüştü? Saat kaçtı? Bilmiyorum. Zamansızlıkta kayboluyorum.

Arabayı çalıştırıyorum. Etrafı açık, binalardan uzak bir yer bulmak istiyorum. İlk kez aklıma geliyor, ne biçim bir yerde yaşıyorum ben?

Dördüncü kattaki evimin sağı, solu, önü, arkası binalarla örülüydü. Hangi pencereden dışarı baksam, yazın sıcak günlerinde ne zaman balkonda otursam manzaram yalnızca evlerdi. Ara sıra sıkılıp bunalıyordum beton kalabalığından ama hiç bu kadar hissetmemiştim ağırlığını. Meğer her taraftan kuşatılmışım. Bir milyona yakın değer biçilen kutu büyüklüğündeki apartman dairelerinden biriydi benimki, kirasını bile karşılamakta zorlandığım bir daire. Keza etrafındakiler de… İnsani ihtiyaçlara cevap vermekten ziyade başını sokacak dört duvar niteliğindeydi çoğu. Alımlı dış cephe makyajlarıyla gece konmamıştı hiçbiri, aksine güpegündüz ve kasten oluşturulmuştu bu bina çöplüğü.

Yağış ara vermeden sürüyor. Arabayı zar zor çeviriyorum park ettiğim yönün tersine. Çünkü öteki yönde trafik tıkanıyor saniyeler içinde. Yönümü tersine çevirdiğimde az bir mesafe ilerlemeyi başarıyorum. Bir sokak üstte henüz inşaat çalışması başlamayan boş arazinin kenarında dizili arabaların birinin arkasına duruyorum. Kulağımıza çalınan korna sesleri daha fazla ilerlemenin mümkün olmayacağını söylüyor.

Bekliyoruz.

Neyi beklediğimizi ve ne kadar bekleyeceğimizi bilmeden.

Hepimiz hayatımızın bir bölümünü beklemekle geçiririz. Giden sevgiliyi, bir yerden gelecek hayırlı bir haberi, gurbetten yola çıkmış bir dostumuzu, durakta otobüsü, haftalar öncesinden biletini aldığımız en sevdiğimiz sanatçının konserini ve daha neleri… Heyecanla bekleriz. Sevinçle bekleriz. Hasretle bekleriz. Sonunda güzel tasavvurlarla bekleriz. Düşünebildiğim en zor bekleyiş ağır bir hastanın akıbetinin bekleyişiydi.  Lakin kelimelerin anlam değiştirdiği bir yerdeydim artık ve “beklemek” de nasibini alacaktı bu zaruri değişiklikten. Deprem gündemimizin esas fiili, en acı deneyimlerin yüklemi olacaktı beklemek; bir filmin esas oğlanı ya da esas kızı gibi. Her şeyi, bekleyişin sonucunda ortaya çıkanlar belirleyecekti ve hepimiz olanı kabul etmekle yükümlü olacaktık sadece.

Hava buz gibi. Isınmak için arabayı çalışır vaziyette bırakmak zorundayım. Depo yarım. Ne kadar idare eder hesaplayamıyorum. Evden çıkarken bir çantamı almıştım bir de ani ihtiyaçlar için evraklarımın arasına sakladığım bin lira kadar parayı. Battaniye aklımın ucundan geçmemişti. Halbuki depremden önceki iki gün boyunca kar yağmıştı şehre. Soğuk olduğu aşikardı. Kendimi azarladım: “Durdu kafan, nasıl düşünemedin? “Düşünemezdim. Kapitalist dayatmalara ne kadar karşı olduğumu söylesem de sistemin kurduğu yaşam biçiminin bilincimi bu denli ele geçirdiğinden habersizdim. Cebimde bir miktar nakit ile bir kart, günlük hayatta her işimi görmeye yetiyordu. Buna binaen evden çıkarken yanıma battaniye yerine onları almıştım. Lakin para, hayatımda ilk kez işlevsiz kaldı. Ne sarınmaya ne de ısınmaya yetti. Çok eski zamanlardan beri her fırsatta ilah ilan edilen paranın bir kez olsun yenilmesi, dişlerimi birbirine vurduran soğuğa rağmen hoşuma gitti.

Telefon çalıyor. Arayan kuzenim. Yerimizi tarif ediyorum, yürüyerek yola çıkıyorlar. Bu arada oğlum bir şeyler mırıldanıyor. “Efendim?” diyorum. Gözlerimin ta içine bakıp “Hiçbir şey boşuna değil.” diyor. İlkin neyi kastettiğini çözemiyorum. Arabanın göğsüne vurarak sarfettiği “Bak, iyi ki temizlemişim.” cümlesiyle aydınlanıyorum. İki gündür yeni bir iş edinmişti kendine. Yoğun kar yağışı biraz ara verdiğinde eline alet edevatı alıp arabayı temizlemeye gitmiş, kendine biçtiği gönüllü görevini tamamlayıp eve döndüğünde “Bütün karı temizledim, arabayla istediğimiz an çıkabiliriz.” demişti Çağan. Ben de “Bu soğukta kim çıkacak, otururuz sıcacık evimizde.” diye terslemiştim onu hafiften. Gereksiz işlerle oyalanıp duruyordu bana göre. Utandım tavrımdan fakat kim tahmin edebilirdi ki böyle bir şey yaşayacağımızı? O da tahmin etmemişti elbette ama malum olmuştu, belli ki içine doğmuştu olacaklar. Düşününce daha çok utanıyorum zira çocukken tertemiz olan kalbimizin birer yetişkin olunca kapkara kesildiğini, dünya hırsıyla kirlenen ruhlarımızda bilgelikten eser kalmadığını fark ediyorum. Bir resim ancak temiz bir kâğıda çizilirse tüm hatlarıyla görünür olurdu. Yaradan tarafından ilham edilen bilgi de ancak temiz bir kalpte okunurdu.     

Teyzem ve kuzenim geliyor. Hepimiz üzerimize yapışan şokla deprem anındaki tepkimizi anlatıyoruz sırayla. Teyzem yüzüne dökülen sıva parçalarıyla uyanıyor mesela. Giriş katındaki evinden yalın ayak dışarı atıyor kendini. Bir yandan da kuzenime sesleniyor dışarıdan. Kuzenim şaka yollu kızıyor annesine, insan evladını bırakıp gider mi hiç ? Günün tek gülümsemesi olarak kaydediyoruz bu hadiseyi yüzümüze. Konu orada kapansa da içten içe sorguluyorum. Bir hal düşünün ki kimsenin kimseyi tanımadığı ve kimsenin kimseye faydası olmayan… Kutsal kitap Kur’an-ı Kerim’de kıyamet sahnesine denk gelir ancak bu hal. Küçük bir kıyamet yahut kıyametin provası mıydı yaşananlar?

Telefonlarımıza sarılıp internete giriyoruz. Dördüncü seviye alarmdan bahsediliyor. Uluslararası yardım çağrısıymış. Aman Allah’ım! On ilden bahsediyor gelen ilk haberler. On ilde yıkım olduğu rivayet ediliyor. Rivayet diyorum çünkü hiçbir yerde henüz görüntülerle desteklenen bir bilgi yok.  Nasıl olur da yıkılır on il birden?

 Gaziantep’in birinci derecede deprem bölgesi olmadığı söylenirdi hep. Civar illerde deprem olurmuş zaman zaman ama Gaziantep’te hafifçe hissedilirmiş. Gaziantep yıkılmazmış. Keza 2020’deki Elâzığ depreminde ben de bu bilgiyi böyle deneyimleyip böyle kaydetmiştim fakat öğreniyoruz ki 17. yüzyılda inşa edilen, Kurtuluş Savaşı’nda Fransız toplarına göğüs germiş Antep Kalesi yıkılmış son depremde. Demek ki bu deprem başka bir depremdi.

Beklerken güneş yüzünü pek göstermese de karanlık dağılıyor. Yağış, karla karışık yağmur şeklinde devam ediyor. Teyzemle oğlumu arabada bırakıp kuzenimle yakındaki akaryakıt istasyonuna doğru yürümeye başlıyoruz. Yürürken mahallemizde yıkılan bina olmadığını görüyoruz. İçimiz biraz rahatlıyor. Depreme dair aldığımız ilk haberler durumun vahametini ortaya koysa da kendi etrafımızda bir zayiat görmeyince olayın ciddiyetini tam kavrayamıyoruz. Antep Kalesi, çok eski bir yapı nihayetinde, yıkılması şaşırtıcı olmaktan çıkıyor hemen.

İnsan, somut verilerle anlayabilen bir varlık ne yazık ki. Kendi duyu organlarıyla olayın içinden bizzat geçmeden anlayamıyor. İlla başına gelecek.

Hep öyle değil midir?

Halk dilindeki anlatılar da doğrular bunu. Misal, Nasreddin Hoca bir gün eşekten düşer. Çevredekiler ona yardımcı olmaya kalktığında “Bana eşekten düşmüş birini getirin.” der. Bilir ki halini ancak o hali yaşayan anlar. Biz, depremin korkunç şiddetini yaşamış ve ölümle burun buruna gelmiş insanlardık an itibariyle ama yıkım görmediğimiz için büyük resmi algılayamıyorduk.

Akaryakıt istasyonuna varıyoruz. Aslında önceliğim bir tuvalet bulup ihtiyaç gidermek fakat tuvaletin önündeki kuyruğu görünce vazgeçiyorum. Bekleme süremizin belirsizliğinden ötürü su ve birkaç paket bisküvi almaya karar veriyorum. Kapısından baktığım market hıncahınç dolu. İnsanlar birkaç parça yiyecek alabilmek için birbirini eziyor adeta. Bulduğum küçücük bir aralıktan süzülüyorum içeri. Bir de ne göreyim, rafların yarısı boş! Kalan yiyecekler de poşetlere dolduruluyor. Sabahın daha ilk saatlerinde durum böyleyse ileriki saatlerde ne olacağını hayal bile edemiyorum. Neyse ki çalışanlar tarafından bir sıra oluşturuluyor güç de olsa. Yığılan müşteri alışverişini bitirmeden yenisi içeri alınmıyor. Homurtular duyuluyor. Ne var ki itiraz edenlerle kimsenin uğraşacak mecali yok.

Girişte elime tutuşturulan poşete birkaç paket bisküvi ile dört şişe su koyuyorum. Yetmeyecekmiş gibi geliyor. Korkuyorum açlıktan. Biraz daha bisküvi almaya karar veriyorum, alırken de sayıyorum kaç paket olduğunu. Sonuncu paketi poşete atarken arkadan gelenlere de yetse bari diye geçiriyorum içimden ve o anda hiç fark etmediğim, raftaki metal parça bileğimi kesiyor. “Evet, aldıkların yeter.” dercesine.

Bencillikle diğerkamlık arasında bir imtihan geçiriyorum hemen oracıkta.

“Dur, yeter. Bir tek sen yoksun. Arkandakilerin de hakkı var.”

Bileğimden sızan kanı paltomun manşetine siliyorum, parmağımla da bastırıyorum sıkıca. Kan duruyor. Kasaya doğru uzanan sırada beklerken önümdeki genç kız, telefonda hararetli bir konuşma yapıyor: “Gelemem, mümkün değil. Trafik kilitlendi. Yollar kapandı.” Kapattıktan sonra kendi kendine “Nasıl gideyim ben şimdi?” diye söylenirken bana dönüyor. Geçmiş olsun dileğimle lafa girip soruyorum ne olduğunu. Meğer hemşireymiş kızımız. Çalıştığı hastaneye çok sayıda ölü ve yaralı getirilmiş. Bu yüzden tüm personele acil çağrı yapılmış. Hastaneye intikal eden çok sayıda sağlık personeline rağmen müdahaleye yetişilemiyormuş.

Eyvahlar olsun!

Genç hemşirenin acil görev çağrısı yapan telefonu susmayınca elindekileri bir çırpıda kenara bırakıp gidiyor. O, sıradan çıkınca bir öndeki gençle konuşmaya başlıyoruz. Geçmiş olsun dileğinin ardından anlatmaya başlıyor depremle ilgili yaşadıklarını. Bir fabrikada işçiymiş. Ailesi ile yaşıyormuş. Sabahları gün doğmadan yola çıkıyormuş vardiyaya yetişmek için. Gerisini kendi ağzından dinleyin:     “ Ablacığım, anneme kıyamıyorum sabahları uyandırmaya, ondan dolayı gece yatmadan söylediydim bugün akşama bir kuru fasulye pilav yapsın da şöyle ağız tadıyla yiyelim diye. Şimdi evin halini gel de gör, bırak yemeği yemek yapacak mutfak kalmadı ortada.” Bir lahza duraksayıp acı bir gülümsemeyle devam ediyor: “Ne çok planımız var değil mi abla? Sabaha uyanacağımızın garantisi yok ama sonraki gün ne yiyeceğimizin hesabını yapıyoruz.” Doğru söze ne denir? Yüreğimden gelen onayı başımı sallayarak eyleme döküyorum. Aldıklarımı ödeyip çıktığımda o günkü ders hakkımı doldurduğum zannına kapılıyorum ve maalesef yanılıyorum.

Devamı var.

 


Kaynakça

Kapak görseli yazara aittir.

04-03-2023
Konuk Düşünce Yazarları

Konuk Düşünce Yazarları

info@medyacuvali.com

www.medyacuvali.com

Konuklardan Diğer Yazılar

Bu yazılar da ilginizi çekebilir