Figürler ve Destrudo - Barış Selim Uzun (Öykü Yazarı)

Figürler ve Destrudo - Barış Selim Uzun (Öykü Yazarı)

A+ A-

           Hislerimi saklayacak değilim; gerçekten de tablolar değil o hainler yanmalıydı ama buna hiç niyetlenmedim. Bu işin ardında bir silsile aramak bile boş yere yoracak sizi. Hakkımda biraz asabiydi diyebilirler. Huysuz ya da tahammülsüz… Öyle ki eşime büyük bir iyilik yapmış olursunuz bunları dinleyerek. Mesela geçen hafta kapıcı ile yaşadığımız tartışmayı size ballandırarak anlatacaktır. Evden yalın ayak fırlayıp apartman boşluğuna nasıl da kudurmuşçasına uzandığımdan ve korkuluklardan aşağı, tamı tamına beş kat aşağı, yöneticiye sesimi duyurmaya çalışarak nasıl da ana avrat küfrettiğimden öyle çarpıcı bahseder ki cürmümün altında yatan psikopatalojik derinliği birde kavrayıverdiğinizi düşünürsünüz. Ama hayır! Ne o sünepe yöneticiye parlamamın ne de başka bir öfke patlamasının tüm bu yangınla ilgisi var. Bunlar sizi sadece yanlış yönlendirir. Ben Asım’a, Haluk’a ya da diğerlerine öfkelenmedim ki. Onlardan iğreniyordum.

           Sergiye katılmak fikri nasıl oldu da aklımdan geçti bilemiyorum. Gözümün önünde cereyan etmeyen hadiseleri, içinde bizzat bulunamadığım atmosferleri, kulak kabartamadığım konuşmaları hayal etmekte daima beceriksiz oldum. Belki bir senedir uğramıyorum atölyeye fakat insanlar tıpkı bıraktığım gibi yaşamaya devam ediyorlar hayallerimde. Tartışıyorlar, söyleniyorlar, barışıyorlar, acıkıyorlar, mutfakta avare gezintilere çıkılıyor, “buraya ufak bir buzdolabı şart” lakırdıları ediliyor, hep daha büyük bir yerin kirası geliyor gündeme, hesap kitap yapılıyor, içlerinden biri yemek söylüyor, sigara yasak, sekiz kat aşağı iniliyor, para kısıtlı, Necip’in elleriyle çaktığı o titrek şövaleler merdiven ya da sofra ayağı dahil hemen her şey olabiliyor, her hafta biri kırılıyor, ha bire yenileri çakılıyor, sürekli tok çekiç sesleri patlıyor içeriden, haftanın iki günü lise talebelerine ders veriliyor, bunun haricinde kimse başta hayal edildiği gibi çalışmalarını atölyede falan yürütmüyor, hepsi oraya aylaklık etmeye geliyor ve bu durum itiraf edilmiyor. Ben bıraktığımda böyleydi atölyede hayat ve Allah kahretsin ki dün öğlene değin böylece akmaya devam ediyordu zihnimde. Oysa belki bir buzdolabı edinmişlerdi çoktan. İşler canlanmış, sigara yasağı kalkmış ve şövalelerin amacı dışında kullanımı kısıtlanmıştı belki. Hepsinden önemlisi; bir sene önce serpilen dargınlık tohumları baş vermiş, aramıza giren mesafelere nefret ağaçları kök salmış olmalıydı. Bense bunu göremedim, hayal edemedim. Belli ki bu kavrayış engelimin, acınası tahayyül kısırlığımın pençesinde cüret edip gönderdim yedi tablomu.

*

           Önce Asım vardı. On küsur sene evvel, akademi binasının batı yüzü boyunca uzanan Korint üslubu mermer sütunların önünde volta atmaktaydı. Alnından boynuna yol yapmış ter damlaları ile ıslanan yün kazağının yakasını yırtıp boğazını çevrelemiş kalın örgülerden kurtulmak ister gibi iki adımda bir eli göğsüne gidiyor, çift kat örülmüş kazağı çekiştirerek derin soluklar alıyordu. Baharın o en beklenmedik anda tepenizde bitiveren ilk sıcaklarından mustaripti. Üzerinde yürüdüğü toprağın çatlakları arasından, evvelsi yıldan fulya olduklarını anımsadığım çiçekler aynı yalancı sıcaklara aldanıp filizlenmişlerdi. Ne var ki onları öldüren, birkaç gün içinde yeniden yüzleşecekleri kuru soğuklar değil Asım’ın kısa ve hayli sıska bedenini taşıyan koca ayakları oluyordu.

           Dün sabahsa kapımda, bu kez sardunyalarımın arasında ve şükür ki onları ezmeden dikilirken, bir şakağından diğerine geniş kavisler çizerek dalgalanan ve burnunun üzerinde belli belirsiz bir incelmeyi yeterli bulan gür kaşlarını göz kapaklarına utançla indirmişti Asım. Duvar dibine dizdiği beş tablomu kucağında tuttuğu altıncısı üzerinden başıyla işaret ediyordu. Geri göndermişlerdi. Göğsü tabloları taşımak için birkaç defa inip çıktığı katların nefes darlığı ile şişip sönüyor, ufak tefek tersliklerde insanın öfkesini derhal üzerine çeken ve tahammül göstermenin giderek zorlaştığı kaşları seğiriyordu. Sıska vücudunu bir kefen gibi sarıp kaybetmiş kadife ceketi, kucağındaki tabloyu da uçlarından yutuyordu.

           Sessiz bir adamdı ve eğreti görüntüsü bu sessizliğin bilgelikten ziyade budalalıktan ileri geldiğini düşündürtürdü. İnsanın üzerinde atıl izlenimler bırakır ve bu işe yaramaz intibaından sebep ayak işlerinin çoğunu sırtlanmak zorunda kalırdı. Çenesine kadar kaldırdığı görece ufak (42x60) bir tablomun alt kenarlıkları ile oynayan parmaklarındaki sıyrıklar ve ezikler, serginin hazırlıklarında Asım’ın üzerine yığılan olanca iş yükünün ipuçlarını veriyordu. Tabloları içeri taşımama yardım etti. Çaya davet ettim.

           Mutfak masasının öte ucunda, burnunun kemerine birikip duran ter damlalarını elinin tersiyle silerken mütereddit bakışları üzerimde geziniyordu. Seneler evvel kazağına yaptığı gibi birkaç kez kadife ceketinin yakalarını bunaltıyla kavrayıp soyunmaya yeltendiyse de çekindi, vazgeçti.

            “Bir tanesi eksik,” dedim. Uzun suskunluğumuzdan sonra hırıltıyla patlayan sesimdeki sorgular ton beni dahi rahatsız etmişti, “Yedi tane göndermiştim?”

           Ürkekti. Yüzünü kaplayan tedirginlik kalın kaşları ve kuru elmacıkları ile öyle çarpıcı bir şekilde çerçeveleniyordu ki insanın içi çekiliyordu doğrusu. Ceketinin cebinden bir zarf çıkarıp uzattı. Sorumluluğu üzerinden süpürüp atan bir bilek hareketi eşliğinde geri çekildi ve kaçamak bakışları ara ara beni yoklamak kaydıyla hafifçe soluna dönüp pencereden sokağı izlemeye başladı. Kahverengi saman kağıdına iki paragraf düşülmüştü. Haluk tarafından…

           Bu gibi mektup işlerine daima gönüllü olurdu Haluk. El yazısı için özel fontlar geliştirmişti. Bir deney hassasiyetiyle ve heyecanla yazardı mektuplarını. Zamanında yazımına sıklıkla tanık olduğum bu eğri büğrü el yazısını, sonuna düşülmüş imzayı görmeden de tanıyabilmiştim. Kendine soracak olsanız tarifi güç bir asalet vardı bu yazıda. Kuyruğu anlamsızca savrulan harfler, diğer satırları taciz edecek kadar geniş yahut bir nokta halini alacak kadar dar daireler, çarpık çizgiler ya da mürekkebin sözde bir dikkatsizlikle damladığı yerler ve daima cümleleri bitirmekle bitirmemek arasında kararsızlık çeken uzak noktalama işaretleri sayesinde bazen kendini beğenmiş bir kayıtsızlığı bazen sabırsız bir katılığı bazen de müteşekkir bir saygıyı ifade edebildiğine inanıyordu. Bana soracak olursanız bu gereksiz itina, özensizlik hissinden ve çirkin paragraflardan başka bir şey yaratamıyordu. Fakat tüm bunları bilerek anlayabiliyordum ki elimde tuttuğum yazıda o iğrenç harfler, böbürlenerek sıralanıyorlardı.

           Birinci paragraf: Kıymetli ben, değerli eserlerim, ortak anlayışları, gayrı şahsi tutumları, gözetilmeyen istisnaları, duydukları saygı, bilhassa da sevgi, derin üzüntüleri ve altı tablonun reddi… İkinci paragraf: “Ancak”, büyülenmeler, efsunlu geçişler, valör, bakış açısı, kompozisyon, ecorche, övgüler, teşekkürler ve “Destrudo” adlı eserin kabulü… Temenniler, kapanış. Haluk.

*

           Son bıraktığımda; insanın yüzünü ısıran tiner, boya ve silikon kokusunun birbiri üzerine binerek bir akvaryum gibi doldurduğu geniş salonun uzak ucunda, kurnasıyla tuvaleti neredeyse altlı üstlü duran dar banyonun ve sebili barındırmak dışında işlevsiz kalan mutfağın tam ortasındaydı Haluk’un odası. Bir parantez gibi bükülerek iki ucunu duvara uzatan yazı masası, üç dört adımlık bu dikdörtgen odanın sağ duvarına neredeyse dayanmış duruyordu. Şişman adam, sandalyesine her oturmak istediğinde masanın köşesini sıçrayarak aşması, masanın ardına geçtiğinde de dizlerini çekmecelerden sakınarak duvar boyunca kayması gerekirdi. Diğerleri de dalga geçerdi bu darlıkla. Hiçbir şey olmasa bu masa eritecek Haluk’un göbeğini derlerdi.

           Saman kağıdına düşen gövdesini görebiliyordum mektubu okurken. Sandalyesine kuruldu kurulalı başıboş bıraktığı yağlı vücudu, hapsedildiği demir parmaklıklardan kurtulur gibi pantolon askıları arasından taşıyordu. Boynunu bütünüyle örten çenesi kaleme aldığı her kelimenin çalımıyla titriyor, kibrinin üzerini örttüğü o saygı tülünün kıvrımları ne kadar yumuşaksa o kadar mutmain bir gülümseme ince dudaklarına yerleşiyordu. Haluk’u iyi tanıyordum. Çekindiğinden değil, bilakis aldığı keyfi olabildiğince uzatmak için belki günlerce ertelemişti bu mektup yazma işini. Sergiye hazırlanırken, bir catering şirketi ile telefonlaşırken, getir götür işlerini Asım’a delege ederken, davetiyeler eline ulaştığında, her bir uğraşının beraberinde düşünmüştü bunu. İşler yavaş ilerlediği ya da aksilikler baş gösterdiği esnada neşelenmek için kullanmıştı beni reddederken kuracağı cümleleri. Sonunda sabırsızlıkla masanın başına geçmiş ve kelimeleri bir nakkaş hassasiyetiyle saman kağıdına işlemişti. Koca suratı ortasına sıkışıp kalmış uzuvları büzülerek ok gibi kağıda uzanmıştı. Memnun kaldığı her cümle ile giderek pembeleşen dolgun yanakları üzerindeki çiller hiç bu kadar kızarmamış, yüzünü böylesi bir keyifle hiç kaplamamıştı. Sonunda mektubu tamamladı. Zarfa yerleştirdi ve hayvani bir iştahla kayan dili zarf kapağını boydan boya ıslattı. Yüzüme tükürmüştü. Bu fırsatı ona ben verdim.

           Önlerindeydi resimler. Yırtılan kraft kağıtların hışırtısı duyuldu. Ambalajlardan kurtuldular ve karşılarında üryan kalan tablolarımı zımpara çekilmemiş kıymıklı şövalelerine dizdiler. Henüz yalnızca göz ucuyla baktılar resimlerime ve birazdan edecekleri lafları şekilden şekle sokarak, dağarcıklarındaki en aşağılık sözleri cımbızla seçerek, kafalarında tumturaklı eleştiriler listeleyerek hazırladılar odayı. İşin tadını kaçırmadan, sessizce… Sonra karşısına geçtiler resimlerimin. Resimlerin yedisi, o adilerin altısı yan yana… Duvar dibinde kurşuna dizdiler tablolarımı.

           En büyük keyfi Neriman’a verdim şüphesiz. Gülümsediğinde suratını kulak memelerine kadar yırtan koca ağzı, bir peçe gibi yüzünün ekseriyetini örten kara kakülleriyle sivri çenesi arasında bütün akşam eğilip bükülerek kinini kusmuş olmalı. Ahh, hevesler! Kadınlığını bir apolet gibi taşıyan bu karadulu resmetmek için nazlı bir kedi fare oyununa nasıl da tutulmuştum seneler evvel. Yirmili yaşlarımın başında aklımın dizginlerini koparan bu sözde resmetme arzusunun altında hepi topu sıkı bir kalçanın ve gerdanından karnına karanlık, derin bir mağara gibi şehvetli bir gizemle uzanan dekoltelerin yattığını gördükçe nasıl olsun da utancının altında ezilmesin insan. Hayallerimde defalarca en şuh pozları kestirip önümde olanca cazibesiyle kaskatı bırakmadım mı bu kadını? Aklım, estetik kaygının o bilindik cüretkarlığı ile kaç kez omuzlarından sıyırdı elbise askılarını? Ahh, bütün o hesaplarım! Yüzümü bir mermer katılığına bürümek ve yalnızca çıplaklığın ayırt edebileceği cılız bir esinti ile ürperen göğüslerin etrafında iştahla daireler çizen gözlerimi sözde bir memnuniyetsizlikle devirmek değil miydi planım? Böyle aleni bir tacizi yüce amaçlarla paketleyerek, umursamazlık kisvesine kuşandırarak suçumu nasıl da ustaca saklayacaktım. Muhakkak en çok ona keyif verdim. Muhakkak.

           Alpay pek konuşmamıştır. Kelimelere karşı hep bir güvensizliği vardı bu çolak adamın. Kafasında bir panayır canlılığıyla döndü durdu küçümser fikirler fakat hiçbiri dudaklarına dek inmediler. Ait olduğu kasabanın çıkıkçısı tarafından başarısız bir müdahale ile ömür billah sakat kalan sol kolu resimlerim karşısında utançla seğirdi. Bendim utandığı. İçlerinden biri, mesela Neriman, resimlerden birinde kendince bir çarpıklık sezinlediğinde bastı çığlığı ve Alpay, kendisinin de hemfikir olduğu bu hücuma kadının sırtını pışpışlayarak katıldı. Sübjektif fikirler böyledir, kaygan temellerini yandaşlar ayakta tutar. Ayıplamalar, tarafgirlerinin bitaraf çehreli sessizliğinde bulur nesnelliğini. O da bunu sağladı, her muahezeyi sükutuyla onaylayarak ya da sağlam kolunu konuşmacının belinden dolayarak ayakta tuttu temelleri. Bir taş fırlatarak doğrudan girmedi recme, rolüne sadık kaldı. Onlara aşağılık saldırılarında güç ve haklılık verdi Alpay. Üç dört kişiyi kitle kıldı, mülahazalarını yasa.

           Şüphesiz ki hiçbiri diğerinden alçak değildi. Yekvücuttular. Ben ise paramparça, yedi şövalenin üzerinde yedi resimle duruyordum karşılarında. Yalnız olmak bir yana, sol kolumu kaptıklarında sağ kolum dahi imdada yetişemiyordu. Başımı mektuptan kaldırdım. Doğrudan sormak istiyordum: “Destrudo’yu ne demeye kabul ettiniz sergiye?” Fakat yangın da işte o esnada çıkmış oldu. Haluk vardı karşımda. Göz kapaklarına kadar düşen kara kaküllerin iki yanından güç bela özgürlüğüne kavuşabilen, Asım’ın buklelenmiş kaşlarını seçebiliyordum ama Haluk’tu karşımda oturan. Sol kolunu sağ koluyla kavrayıp kaldırdı ve sakat uzvunu rest çeker gibi masanın üzerine serdi. Kadife ceketin altında, hamur gibi üst üste yığılmış yağlı basamaklarıyla Haluk’un koca gövdesi, dört düğmesi birden çözülmüş beyaz gömleğin yakaları arasından davetkar bir eda ile taşmaktaydı. Yemek masamın öbür ucunda, ufak burnunu yutan dolgun yanakları üzerinden merakla beni seyrediyordu ucube. El yazısının beklenen etkiyi uyandırıp uyandırmadığını anlamaya çalışıyordu.

*

           Tepeciğin üstünden kırsala öyle zarif bir akşam esintisi dökülmekteydi ki yanaklarında bu ılık okşayışı hisseden her insan, karanlığın içine bir kıvılcım çakmak ve rüzgârın lütfuyla ufka uzanacak görkemli alev yolları tükürmek arzusunu en derininde duyardı. Kaçınılmaz bir meyildi bu. Kaldı ki yanımda bir bidon benzin ve cebimde de bir kutu kibrit hazırdı.

           Derin bir tümsek üzerine denk düşen bahçe kapısını aşmak zor olmadı. Biraz eğildim, dizlerim üzerinde iki adım attım, içerideydim. Arazinin etrafını dolaşan tel örgüler asma yaprakları ile örtülüydü. Bir zaman patikayı bulamadım. Bahçe boyunca uzanan su yolları bataklıklaşmıştı, birkaç kez sürülü toprağa batıp çıktım. Sonunda üç sene kadar evvel kendi ellerimle döşenmesine yardım ettiğim parke taşları ıslak toprağın ortasında beliriverdi. Tepecikten yukarı tırmandım.

            “Bağ evini mi kullanıyorsunuz yine?” demiştim ucubeye, gözlerimi tiksinti ile kaçırarak. Asım’ın titrek sesi mutfağımdan uzaklaşırken onaylayan bir soluk yayıyordu etrafa. İşte böyle kolaylıkla buldum tabloların yerini. Tepeciğin zirvesinde Haluk’un bağ evi vardı. Babasından yadigâr ahşap, üç küçük odadan mürekkep, ufak bir ev. Destrudo da oradaydı, sergiye dek muhafaza ettikleri diğer tüm resimler gibi.

           Verandadaki sandalyelerin yastıklarını ezdim avuçlarımda. Anahtarı buldum, içeri girdim. Karanlığın içinden patlayan boya ve kraft kağıtların odunsu kokusu ile doğru yerde olduğumdan emin oldum. Evden önce ışıkları yaktım. Tabloların paketlerini birer birer yırttım. Destrudo’yu buldum, ardımda kalan ne varsa ateşe verdim ve çıktım.

02-07-2022
Konuk Düşünce Yazarları

Konuk Düşünce Yazarları

info@medyacuvali.com

www.medyacuvali.com

Konuklardan Diğer Yazılar

Bu yazılar da ilginizi çekebilir