Gider - Barış Selim Uzun (Öykü Yazarı)
“Tuvalet solda!” diye ünledi sırtındaki el ve akabinde pek de lüzumu olmadığı, Celil parmak uçlarında da olsa çoktan içeri yürümeye başladığı halde genç adamı iteledi. Bu itiş bir öfkeden çok merhamet barındırıyordu sanki. Yolunun açık olduğunu, önünde sendelenecek hiçbir engelin bulunmadığını haber eden nazik bir ipucu gibiydi. Celil de tereddütsüz üç adım attı. Gerçekten de çıplak ayakları nemli betonun üzerinde hasret kaldığı bir gevşeklikle salındı ve sorunsuzca, bir kolonu yahut duvarı tekmelemeden sağ salim kondu zemine.
Topukları üzerinde soluna döndü. Bu noktadan sonrası bilinmezlikti. Sıska kollarını ileri uzattığı esnada zindan kapısının kanadı gürültüyle yuvasına oturdu ve sürgüler şiddetle kaydı. Kapanan kapı ince bir esinti ile okşamıştı Celil’in yanağını. Bundan hoş bir ürperti duydu. Kapının öte tarafında anahtarlar şangırdayarak döndü ve kolcu gider gitmez evvelki mahzenden aşina olduğu o akim sessizlik çöktü içeri.
Zifiri karanlığın ortasında yolunu elleri ile tarayarak ve mütereddit adımlarını ağır ağır sürüyerek yürümeye başladı. Burnuna ekşi bir rutubet kokusu geliyor, soluğundan ve nadiren de olsa ezdiği böceklerin çıtırtısından başka ses duyulmuyordu. Aniden karşısında biten kolonlardan birine sağ elini çarpmış, bileği biraz burkulmuştu. Kırık bir parke taşının da topuğunu kestiğini sandı fakat oyalanmadan yoluna devam etti. Adımlarını sayıyor, bir yandan tuvalete ulaşmaya çalışırken bir yandan da kafasında mahzenin üstünkörü bir haritasını çıkarıyordu; bir ki üç kolon, bir ki üç dört duvar, bir ki boru…
Birden hela taşına bastığını fark etti. Seramiğin girintileri ve çıkıntıları çıplak tabanları altında dalgalanıyor, biraz evvel yürüdüğü donuk parke taşlarına kıyasla şimdi kendini tanıdık bir devinimin üzerinde hissediyordu. Birkaç kolondan ve yer yer duvarından taşıp sonra yeniden gömülen su borularından ibaret bu ıssızlığın ortasında bir vaha bulmuş gibi sevindi. Dizleri üzerine çöktü. Alnına biriken teri kışlık fanilasının bileklerine sildi. Sonra kollarını sıyırıp dirseklerini hela taşına koydu. Başını alaturka tuvaletin içine soktu, kulağını deliğe dayadı. O esnada anahtarların şangırtısını bir kez daha işitti ve zindanın kapısı yeniden gümbürdeyerek açıldı. Genç adam istifini bozmadan seslendi kolcuya;
“Bu kez olmadı beybaba. Daha şimdi, buraya gelmeden önce getirdin ya yemeği. Sağ ol, yemezler.”
Sonra ilgisizce tuvalet giderini dinlemeye devam etti. Bir yandan da mırıldanıyordu, “Güneşi kestiniz diye aklımızı kaybettik sanki.”
Fakat acıklı bir inilti işitiliyordu kapı tarafından. Garipsedi, hafifçe doğruldu. Karanlığın içinden, dengesizce yeri döven çıplak tabanların peş peşe üç dört adım sıraladığını duydu. Kapı kapandıktan ve kolcu gittikten sonra anbean cesaretlenip yükselen bir ses defalarca, “Kardeşim, kardeşim!” diye seslendi Celil’den tarafa.
“Kimsin?” diye yanıtladı Celil.
“Allah’ım!” dedi yabancı, “Neredesin kardeşim, geleyim sana doğru.”
Yabancının kelimeleri zindanda dokunaklı bir tını ile yankılanıyor, sabırsız ve iz bilmez adımları karanlıkta tökezliyordu. Celil ayaklandı;
“Gel,” diye bağırdı kapıdan tarafa. Nicedir bu karanlık mahzenlerde süren yalnızlığını aldatmak için bir fırsat doğduğunu görmüş, gelenin heyecanına o da ortak olmuştu. “Gel, buradayım. Takip et sesimi. Dikkat et kolonlar var. Ahh! Olsun, gel…”
Çok geçmeden kavuştular, vuslat sevinciyle seğiren gövdelerini yapıştırıp sarıldılar. Birbirlerinin yüzüne, omuzlarına, saçlarına, kulaklarına, karnına dokundular. Neye benzediklerini en azından el yordamıyla anlamak için uzun uzun okşaştılar ve en sonunda da tanıştılar.
Burnunu çeke çeke konuşmuştu yabancı;
Ben Kadir.”
***
“Yok,” dedi Celil, “Mümkün değil duyulmuyor. Bu kadar zamana en az üç tane geçmeliydi.” Sonra tereddüt edip durdu, gideri dinlerken tuvalete dökülüp nemlenmiş uzun sakallarını kaşıdı; “Belki de beş tane, bilemiyorum. Gece mi oldu acaba?”
Oflayarak lavabo taşının öbür yanına emekledi, sırtını duvara verdi. Kadir az ötede hararetle konuşuyor, kendine bir hücre ahbabı bulmuş olmasının mutluluğuyla iyiden iyiye çatallanan tiz sesi geniş mahzende yankılanıp boğuk hırıltı öbekleri halinde geri dönüyordu;
“Belli ki su bütün kanadı basmış. Beni koydukları yerde durum fenaydı. İnanır mısın kardeşim, bileklerime geliyordu artık.”
Sonra bu sözünü biraz abartılı bulup duraksadı. Oysa Celil, hücre arkadaşının neyi ne kadar abarttığıyla ya da nasıl anlattığıyla ilgilenmiyordu bir süredir. Geldi gelesi açlıkla konuşup duran adamın sohbetine zamanla ilgisizleşmiş, Kadir’in pek de akıllı bir adam olmadığını tarttıkça yeni arkadaşının sözleri giderek önemsizleşmişti. Sırtını dayadığı soğuk duvar terli vücuduna keyifli bir ferahlık verirken bunu düşünüyor, yeni dostuna karşı alakasını üç saatte mi yoksa üç günde mi kaybettiğini anlamak istiyordu. Kadirse kaldığı yerden, iştahla konuşmaya devam etti;
“Burası amma büyük kardeşim. Daha öte tarafa gitmedim bile. Var değil mi ilerisi de?”
“Var herhalde,” dedi Celil. Homurdanıyor gibiydi, “Ben de gitmedim ama var herhalde.”
Tuvalete eğildi. Kulağını yeniden deliğe dayarken, kendince havadan sudan konuştuğunu hissettiren bir lakaytlıkla devam etti;
“Mahzenler hep bir yaz gecesi gibi. Bunaltıcı. Duvarlar buz gibi oluyor ama havasızlıktan mıdır nedir burada sürekli terliyor insan.”
“Ne yalan söyleyeyim benim keyfim yerinde kardeşim,” diye yanıtladı Kadir. Alaylı bir de kahkaha patlatmıştı fakat gülüşünü kısa tuttu. Hemen sonra buruk bir soluk üfledi;
“Bir tek şu karanlık işi can sıkıyor. Yoksa bir sefer kolcuya başımın ağrıdığını söyledim. Benim baş ağrılarım ne dertlidir bilmezsin. Bir tuttu mu kellemi bizim küçük imalathanenin örsünde dövüyorlar zannederim. Karım bu zamanlarda sayıkladığımı bile söyler. Herif ne cevap verdi biliyor musun? Hiçbir şey. Ama sonraki yemeğin yanında iki ampul ağrı kesici getirdiler. Birini kırıp oracıkta içtim. Bak, öbürü duruyor.”
Belli ki diğer ampulü göstermek için Celil’e uzatmıştı. Hemen sonra hareketinin saçmalığından utanarak ve düştüğü gülünç durumu laf kalabalığıyla unutturmaya çalışarak çabuk devam çabuk konuşmaya etti;
“Hem yemekler… Yemekler de çok lezzetli değil mi? Ben derim ki kardeşim, karım da bir ara şu zindanlara düşmeli. Belki bir iki tarif apırır bu heriflerden. O tütsülenmiş uskumruyu yedin değil mi? Ya o incik haşlamaya ne demeli! Böyle mahpusluk işittin mi sen hayatında? Bir tek şu karanlık yok mu, insan başta gözleri alışacak diye bekliyor, emin oluyor bundan ama o silik, gri görüntü bir türlü gelmiyor. Artık görebildiğimden emin değilim. Rüya görüyor musun sen hâlâ? Artık rüyaları da duyuyorum, rüya tadıyorum, rüya dokunuyorum. Bu herifler nasıl oluyor da böyle rahat rahat geziniyorlar ortalıkta anlamıyorum. Buraya getirilirken umutluydum. Yolda bir ışık, bir pırıltı göreceğimi düşünüyordum. Ama yok, yürü yürü bitmez o uzun koridora bile tek bir huzme düşmüyor. Belki de düşüyor? Ahh bilemiyorum. Ama bir mum, ah bir mumla burası tatil köyü oluverirdi kardeşim. Ya da ufacık bir çakmak taşı bile her şeyi anlamamıza imkân verirdi.”
“Güneş,” diyerek böldü Celil.
“Efendim?”
“Mum değil, güneş gerek. Elbette emin olamam ama inanıyorum ki biz görüyoruz. Hem neden gözlerimizi kaybedelim, yoksa yemeklerden mi şüpheleniyorsun? Böyle bir şey yapacak olsalar neden en başından bizi karanlığa koysunlar?”
“Bu dilemmayı çektirmek için,” dedi Kadir. Bütün kelimelerinin üstüne kendinden emin bir eda ile basıyordu, “Bizi karanlığa koydular ve yavaş yavaş, biz zaten hiçbir şey göremezken aldılar gözlerimizi. Şimdi ne acımızı yaşayabiliyoruz ne acımızdan emin olabiliyoruz. Şüphe ile işkence ediyorlar.”
“Hayır, hiç sanmıyorum. Bana öyle geliyor ki biz görüyoruz. Bu yüzden telaş etmemiz gereken şey gözlerimiz değil, zaman!”
Bir süre sessizlik oldu. Sonra Kadir’in yerinden fırladığı işitildi. Ayaklarını hışımla betona vurarak yürüyor, adımlarındaki tehditkâr havayı duyurmaya çalışıyordu. Lavabo taşını eliyle bulduktan sonra tuvalete ulaştığını anlayıp durdu. Halen deliği dinlemekte olan Celil’in başında dikiliyor ve ne kadar yakında olduğunu belli etmek ister gibi ara sıra boğazını temizliyordu. Sonunda konuştu, sesinde sorgular bir ton hakimdi;
“Ne zamanı? Hem sen neyle uğraşıyorsun orada? Bence biz kör olduk! İşkence dediğin budur.”
Celil cevap verecekti ki zindan kapısı bir kez daha gürültüyle açıldı. Kolcu, “Yemek!” diye ünledi içeri. Ardından çelik tabakların yere vuran sesi duyuldu ve kapı yeniden kapandı. Kolcu gittikten sonra Celil de ayaklandı. Arkadaşı o kadar yakınına girmişti ki kalkarken başı Kadir’in dizine çarptı. Hiddetle konuştu;
“Al bak! Tok değil misin sanki? Buraya getirilmeden hemen önce patlıcan kebabı vermediler mi sana da? Yanında da ayran ve meyhane pilavı! Tırnaklarını çekmiyorlar, şakaklarından elektrik vermiyorlar, topuklarını iğnelemiyorlar, bizi askıya germiyorlarsa da aklımızı bulandırıyorlar. Bizi değil zamanı parçalıyorlar. Hangi dava, bizimki de dahil, kırk sene uğruna ölünesi kalır ki? Söyle bakalım kaç gün, kaç ay, kaç sene geçirdin burada. Bilmiyorsun. Ama ben biliyorum! En azından üç aşağı beş yukarı bir tahminim var.”
“Tarih…” dedi Kadir, sesi titriyordu, “Bugün… 15 Mayıs 2022.”
“Deli misin sen be adam! Ben 14 Mayıs’ta jilet gibi düştüm buraya. Şu sakallarımı hele bir tut bakalım. Hadi sen kösesin besbelli, saçlarına da mı dokunmadın?”
Kadir anlamsız bir şeyler sayıklıyor, Celilse hırsla konuşmaya devam ediyordu;
Hem ben haberdardım böyle işkencelerden. Buna şey deniyor şimdilerde, şey…”
Celil’i yakından tanıyan biri karşısındakini kısa yoldan ikna etmek için kitabi bir bilgi üfürmeye çalıştığını birde anlardı ama Kadir onun duraksamasında tozlu bir malumatın anımsanma çabasını hissediyordu sadece.
Sonunda “Hah!” dedi ve parmağını şıklattı, “Postmodern işkence deniyor buna. Olgular üzerinden bir gaddarlık bu. İşte bu giderlerde, bulandırmaya çalıştıkları zaman olgusunun o doğrusal güzergahında ağır ağır dönen tekerleri yakalıyorum ben. Boyun eğmiyorum. Bu binanın önünde bir tramvay durağı vardır. Git gel, gün boyu altmışı aşkın tren duruyor o durakta. Vagonlar her yanaştığında bir uğultu yükselir giderlerden. Bunu fark etmem biraz zaman aldı doğrusu. Sayımda da birkaç hata yapmış olsam; ha bir hafta fazla ha bir hafta eksik, biliyorum tarihi!”
Kadir’in çenesi titriyor, dişleri birbirini dövüyordu. Kekeledi;
Böyle tumturaklı işkence mi olur! Bugün 15 Mayıs. Biz de körüz. Hem benim kızım doğacak bu hafta.”
Son cümleleri can çekişen bir hayvanın böğürtüleri gibi yükselmişti mahzende. Yalın ayaklarını vura vura, sağa sola çarparak da olsa dönmemek üzere koşarak uzaklaştı Celil’in yanından. Biri zindanın öte ucunda görmeyen gözlerine dövünüp sabahını bekleyecek, diğeri ışıksız mahzenin giderinden zamanı isabet ettirmeyi deneyecekti. “İmdat!” diye bağırıyordu Kadir kaçarken, “Bu herif tarihi biliyor!”