İbret-i Âlem Kumpanya - Barış Selim Uzun (Öykü Yazarı)

İbret-i Âlem Kumpanya - Barış Selim Uzun (Öykü Yazarı)

A+ A-

            On İkinci Cadde’nin batı köşesinde, geniş bahçesi etrafına sık aralıklarla yerleştirilmiş baş aşağı spotlarla göğü aydınlatan bir ışık katedralinin göbeğinde ihtişamla yükselen kültür merkezinin ana girişinden uzanan belki üç yüz kişilik kuyruğun orta sıralarında, biraz sabırsızlıkla biraz da ısınmak adına parmak uçlarında zıplayan eşimin coşkusuna ortak olmaya çalışarak, yılın büyük bölümünde birkaç öğrenci piyesi ve oratoryosu dışında hemen hiçbir şeyin sahnelenmediği bir şehir için böyle şaşaalı bir yapıya ihtiyaç olup olmadığını düşünüyordum. “Her neyse” diye geçirdim içimden. İşte sonunda o gün gelmişti ve ahalinin kendi şehirlerine de uğrasın diye birkaç kez imza toplamaya niyetlendiği İbret-i Âlem Kumpanya’nın öve öve bitirilemeyen canavarca hünerlerini görmek üzereydik.

            Sonunda üçüncü gösteriye bir bilet bulabilmiştik. O da tamamıyla şans eseri olarak. Her şeyden önce teknik zorluklar ve biyolojik bariyerler gereği üçüncü bir gösteri nadiren sahneleniyordu. Kumpanya, her ay farklı oyuncularla yalnızca iki gün üst üste sahne alabiliyordu. O günün öğle saatlerinde sürpriz bir şekilde üçüncü gösterinin de gerçekleşeceğini öğrendiğimde ve Nedim Bey’in nükseden fıtık ağrıları sebebiyle valilik tarafından gönderilen iki davetiyeyi kullanamayacağını telefonun öbür ucundaki eşime haber verdiğimde kopardığı sevinç çığlıkları, birkaç blok öteye dek mahalleyi inletmiş olmalı. Doğrusu başta ben de benzer bir heyecanın etkisindeydim fakat saatler ilerledikçe, sanki bir şekilde gerçekleşmeyecek olan gösteri vaktine ve mekanına hiçbir aksilik çıkmadan yaklaştıkça tekinsiz bir his, bir endişe peyda oldu içimde.

            İşte vakit gelmişti ve birkaç adım daha ilerliyorduk. Etrafıma baktım. Gülüşmeler, şakalaşmalar, sıradan uzaklaşmayan sabırsız kısa voltalar, çabuk bir öpüşmenin akabinde biletlerini ve koltuklarını tekrar tekrar kontrol eden sevgililer, biraz sonra sergilenecek oyunun altında yatan ciddiyeti keskin yüz hatlarında ve dik omuzlarında gururla taşımaya başlayanlar, daha önce başka bir şehirde izleme fırsatı bulduğu gösteriden ne kadar etkilendiğini coşkuyla etrafındakilere anlatanlar, oyunun eğitsel yönünü tartmakla meşgul derinlikliler, girişe yaklaştıkça üzerindeki paltoyu omuzlarından sıyırmak için bile beklemeye sabrı kalmadığından kuru soğuğun altında soyunmaya başlayanlar, kulpuna iki eliyle yapıştıkları evrak çantası ya da asil bir pratiklikle çıkarıp avuçladıkları deri eldivenleri ile binanın cam kapısına asılı afişi işaret ederek içinde bulundukları neredeyseliğin keyfini doyasıya çıkaranlar… Her biri heyecanlı, keyifli insanlardan oluşan bir kalabalığın içindeydim. Ben ise gün boyu her dakika katmerlenerek, ilk anda hissettiğim coşkun duyguların üzerini anbean örtüp kaplayan nahoş hislerimle artık baş edemez olmuştum. Daha açık konuşmak gerekirse, korkuyordum.

            Beş dakika geç de olsa salona girdik. Oyun başlamamıştı. Bizden çok önce koltuğuna kurulmuş olanların bu gecikmeden duydukları hoşnutsuzluk dillerine vurmuş, boğucu bir uğultu içeride dans etmeye başlamıştı. Bu uğultu denizinden seçilebilen kelimeler sanki kulaklarıma, burun deliklerime, gırtlağıma hücum ediyor, her bir vurgu ya da görece pes yahut tiz yükselen her bir nida başıma inen bir çekiç, boğazımı kesen bir neşter gibi hissettiriyordu. Artık biliyordum, orada olmak istemiyordum. O salondaki her insan, her olay, salonun kendisi, İbret-i Alem Kumpanya ya da gösterileri… Oradaki her şeyden korkuyordum. Eşim ceketimin eteğinden çektiğinde duraladım. Bilinçsizce ilerlediğimi fark ettim. Bir şeyleri es geçmiştim, yüzümü ona döndüğümde bundan bahsediyordu. Elime bir kâğıt ve kurşun kalem tutuşturdu. Beş numaralı salon kapısında bizi karşılayan, hastalıklı derecede beyaz tenli bir kadın, bir dirseğini yanındaki bistronun üzerinde duran kağıtlara koymuş bana bakıyor, dalgınlığımı küçük gören dev sırıtışı tüm yüzünü kaplıyordu. Seyrek dişlerinin arasından kan süzüldüğünü gördüğüme eminim. Bunu garip bir şekilde normal karşılasam da biraz sonra alt dudağı ile dişleri arasına dolup taşacağını düşündüğüm kan havuzuna tanıklık etmemek için aceleyle yönümü sahneye döndüm. Eşim neşesinden hiçbir şey kaybetmemiş, elindeki bulmacaya bakıyordu. Evet, elime tutuşturulan şey bir çengel bulmacaydı. Gördüm ki herkes bir tane almıştı.

            Koltuğumuza geçtik. İkinci sıradaydık ve proskenyon kemerinden doğruca üzerimize düşen ışıklar neredeyse gözümüzü kör edecekti. Salon kararana ve geriye yalnızca ellerimizdeki bulmacaları güçlükle görebildiğimiz cılız bir ışık kalana dek kısık gözlerimi kapalı perdeden ayıramadım. Eşim bulmacasıyla vakit geçiriyor, ara ara derin nefesler alarak bakışlarını salonun kubbesine kaldırıyor, düşünceli bir halde kalemini ısırmaya başlıyor ve bazen aniden aklına gelen cevapları mağrur mırıltılar eşliğinde boş kutucuklara dolduruyordu.

            Sahnenin hayli yukarısında, proskenyonun ardında kaldığı için salonun büyük çoğunluğu tarafından görülemeyen iskelenin üzerinde koşturan adımlar giderek hızlandı. Makaraların, dişlilerin ve sürtünen çelik halatların sesi duyuldu. Perde açıldı, müzik başladı, G G G E

            Sahnenin solundan, gözleri beyaz bantlarla kapalı, şiş karnı morarmış, ağzı dipsiz bir kuyu gibi dudaklarını kenarlarından yarıp parçalayacak kadar açılmış bir erkeğin çıplak bedeni gözüktü. Tam aksi yönden kasıklarının rengi koyulaşmış, kolları bir çift kanat gibi sırtına uzanırken gergin gövdesini olabildiğince öne uzatarak bacaklarını ve göğüslerini savuran, mor dudaklı, zayıf, üryan bir kadın bedeni, dalgalar üstünde savrulur gibi yarı sürünür vaziyette üzerimize gelmekteydi. İkisinin de göğsünde kalın, kırmızı boyalarla rakamlar yazılıydı; bir ve dört. Sahnenin ortasına gelip durdular. Cesetlerin vücuduna geçirilmiş metal kancalar yukarı aşağı hareket etti ve o zamana kadar yüzü kalabalığa bakan ölü kuklalar sıçrayarak birbirine döndü. Kukla gösterisi başlamıştı.

            Tek perdelik bir gösteriydi. Oyun boyunca toplam yedi ceset kullanılıyordu. Sürpriz bir kararla üçüncü kez sahnelenmesinden ötürü olacak cesetlerin derileri esnemiş, vücutları gevşeyip yumuşamıştı. Çürümeye başlamış bayat etleri her an kancalarından kopup kurtulacak gibi duruyordu. Parmaklarından ense köklerine kadar sekiz ila on ana halat tutuyordu kuklaları. Ayrıca bacaklarından, kalçalarından, topuklarından hatta göğüslerinden çeşitli kalınlık ve renkte sayısız çelik halat göğe, sahnenin üzerindeki iskeleye uzanıyordu ve bu sayede ölüler en kıvrak hareketleri bile başarıyla icra edebiliyordu.

            Bir saati aşkın süre oldukça kaba bir komedi sahnelendi. İhtiyar bir cesedin penisine bağlanmış misina, karşısındaki iki kuklanın şehvetle salındığı sırada gerdirilince izleyicilerden müziği bastıran bir kahkaha kopuverdi. Eşim de dizlerine bükülüp alkış tutarak karşıladı bu nükteyi. Sonra doğruldu, kulağına sıkıştırdığı kalemi aldı, bacağına serdiği çengel bulmacadan birkaç kutu daha doldurdu. İlk kez o zaman bulmacama baktım ben de. Ölülerin isimleri, suçları, infaz yerleri ya da rolleri soruluyordu. Beş numaralı madumun suçu, on bir harf. Üç numaralı madumun ismi, baş harfi H. İki numaralı madumun suçu, iki kelime, yedinci harfi İ.

            Kâğıdın en altında, kalın puntolarla “büyük ödül” müjdeleniyordu. Tedirginlikle eşime baktım. Bir şeyler karalamaya devam ediyordu. Ne kadar başarılı olduğunu göremiyordum. Ödülün ne olduğunu bilmek istemiyordum. O esnada alkışlar koptu. Oyun sona ermişti. Ön sıradan birkaç kişinin ayağa fırlamasıyla cesaretlenen tüm salon koltuklarından kurtuldu. Balkondan ıslıklar yükseliyordu. İhtirasla birbirini döven ayaların yoğun temposu biraz diner gibi olduğunda idam edilenlerden birinin halatları geriliyor, ceset savrularak sahne önüne geliyor ve o esnada alkışlar yeniden şiddetleniyordu. Eşim ayaklarını yere vurarak bir yandan kalabalığın coşkusuna ortak oluyor bir yandan da bulmacasını hırsla doldurmaya devam ediyordu. Son olarak bir numaralı ceset sahnenin ucuna sürüklendi ve diğer altı ölü kuklanın ortasında yerini aldı. Birkaç çelik halat gevşedi. Ceset belini kırdı ve seyirciyi selamladı. Halatlar yeniden gerildiğinde tok bir ses patladı iskeleden. Kuklanın bağlı olduğu makaralardan biri yuvasından ayrıldı ve zaten cesedi güç bela taşıyan çengeller, yırtılıp kopan etlerin arasından birer birer kurtuldu. Sarsılan ölü beden yere devrildi ve çürümüş şiş karnı üçüncü gösteriyle birlikte bu düşüşü kaldıramayarak patladığı esnada kalabalığın alkışlarına kahkahalar eşlik ediyordu. Yalnızca iki çığlık koptu salondan. Biri adamın patlayan karnından dökülen irini ve bağırsağı gördüğüm anda benim attığım çığlıktı, biri bulmacayı tamamlamayı başaran eşimin sevinç çığlığı.

27-02-2022
Konuk Düşünce Yazarları

Konuk Düşünce Yazarları

info@medyacuvali.com

www.medyacuvali.com

Konuklardan Diğer Yazılar

Bu yazılar da ilginizi çekebilir