Sayfalar Dolusu Yalnızlık - Aycan H. (Amerikan Kültürü ve Edebiyatı )

Sayfalar Dolusu Yalnızlık - Aycan H. (Amerikan Kültürü ve Edebiyatı )

A+ A-

Sayfalar dolusu yalnızlıklar içindeki hayatım;

benim için rutin bir anlamsızlık halini almıştı. Zamanın akışıyla akıp giden bu koca boşluk döngüsü birbirinin tekrarı ve kopyası gibiydi. İnsanlar da öyleydi; iki farklı biyolojik cinsiyetin çiftleşmesiyle, genetik aktarımın bir sonucu olarak doğan, biyolojik yasaların devamı niteliğini taşıyan genetik kopyalardı. Bu kopyaların yüzleri bana garip bir anlamsızlığı çağrıştırıyordu. Farklı yüzler farklı tecrübeler anlamına geliyor gibi gözükse de farklı olduğunu düşündüğüm bir tecrübe bana diğerinin kopyası gibi geliyordu, tıpkı farklı olduğunu düşündüğüm insanların bana aslında aynı gelmesi gibi. Tüm bu yüzler farklı şekilde klonlanmış, farklılaştığı sanılmış ama aslında oldukça benzer şekillerde var olan genetik bir çarpışmanın oluşturduğu tek bir yüzün sözde farklı gözüken ama aynı ebeveyn türden ayrılıp, doğal seçilimle dallanmış ve budaklanmış varyantları gibi gözüküyordu yüzüme. Bu heyecansızlık, sözde büyük ve engin olduğu düşünülen sekiz milyarlık gezegenin küçüklüğünü çarpıyordu beynime.

Kendi sıradanlığımı da fark ettirdi bu bana. Kendi solipsizminin içinde kaybolmuş olan, anne ve babamın hatta diğer büyük atalarımın genetik mirasını taşıyan ve genetik bir kopya olan ben, aslında ne kadar yavan ve basit bir varlık olduğumu bir kez daha anlamıştım. Bana kendimi değerli hissettiren diğer şeylerde anlamsız geliyordu. Çünkü ben de tıpkı diğer genetik kopyalar gibi, bu değersizlik yapbozunun bir parçası olmamak için, kendi bütünlüğüme ulaşmak istiyordum. Arkasından koştuğum bu tamamlanmış olma isteği, aslında sadece hayatımı idame etmem için, hayata gözlerimi yumacağım güne kadar, bir anlam yolculuğu içinde kaybolmamı sağlıyordu. Evrende var olan sayısız türlerden sadece biri olan bir primat olarak, karşı koymamın zor hatta imkânsız olduğu bazı gerçekler olduğunun farkındaydım. Tüm bu gerçekleri yalancı ve budala beynimin de buyruğu doğrultusunda belli illüzyonlara dönüştürmeliydim. Kibirli ve burnu büyük bir hükümdarın emrine amade olan çeşit çeşit olan saray soytarılarının, fakir ama haline şükür etmeyi çok seven halkı çeşitli sihirbazlık gösterileriyle oyaladığı, tedirgin bir annenin kafası karışık ve sürekli soru soran çocuğuna sıkı sıkı tembihleyip teskin ederek kandırmaya çalıştığı gibi kendimi sürekli kandırmaya çabalıyordum. Sayısız ve kontrolsüzce çoğalan diğer genetik kopyalar gibi, algılarımın dünyayı görme biçimimi nasıl etkilediğini, bu algıların kafamda milyarca farklı paralel evren ve ihtimaller yarattığını, bu algılarla yaşayıp, bunlara inandığım gerçeğini evrenin yasaları karşısında diz çökerek kabullenmek zorundaydım.

Biz insanoğlunun hayatta kalmak için türlü türlü illüzyonlara ihtiyacı vardı ne de olsa. Her varlık ya da topluluk kendi illüzyonlarını yaratıp, bununla oyalanıyordu. Çünkü bu hayatta kalma hikayesinin küçük ama çok önemli bir kısmıydı biz insanlık için. Ben de koca evren içinde bulunan bu küçük topluluğun içindeki, rüzgâr ve fırtınanın öfkeli iradesi sonucunda oradan oraya savrulan ve dikkatli bakılmadıkça fark edilemeyecek kadar küçük bir kum tanesiydim. Bunun gerçek hayatta da böyle olduğunu anlamıştım; insanlar bana dikkatli bakmadıkça ve derinlemesine görmek istemedikçe ben hayatın dinamikleri içinde oradan oraya uçuşup kaçışan bir kum tanesiydim ve hayatta kalabilmek için diğerleri gibi illüzyonlara ya da algılara muhtaçtım. Bu yüzden hayat benim için rutin bir anlamsızlık döngüsüne dönüşmüştü. Bu hikâyenin sonunda vardığım yer, tüm algı ve illüzyonların kişilerin veya o kişilerin ait hissettikleri toplulukların sahip olduğu egosal hazların birer sonucu olduğuydu. Yani herkesin kendisine ait küçük ve dağınık evrenleri vardı ve bu evrenler başkaları tarafından fark edilmek isteniyordu. Ama ne var ki ne doğa ne fizik kanunları ya da algılarımız dışındaki gerçekler bunu umursuyordu. Çünkü varoluşumuza sebep ve anlam ilişkisini katan bizdik. Anlamları ve bağlamları biz yaratıp, biz kovalıyorduk. Milyarlarca yıllık evrim sonucunda bu beceriyi edinmiştik. Ama bu beceri bize sürekli dırdır eden bir ebeveyn ve tepemizde uçan sinir bozucu bir sinek gibiydi.

Varoluşumuz ne yazık ki anlamsızdı ve biyolojik evrimin doğal bir döngüsüydü sadece. Ölüm ise bu hayat döngüsünün sonucunda bizi kapıda karşılayan komşumuzdu. Burada bu sebepten dolayı anlam yoktu benim için. Bu yüzden yalnız olduğumu hissettim, mutlu olsam bile yalnızdım ve bu hislere kapılıyordum. Ama bu karamsar veya arabesk ruhların sahip olduğu mutsuzluğun getirdiği yalnızlık hissinden ziyade, gerçekleri kabul etmenin getirdiği rahatlığın sonucuydu. Yaşam döngüseldi, biz olmasak da başka formlarla akıp gitmeye devam edecekti. Biz de bu döngünün genetik kopyalarıydık. Bu yüzden farklı şeyler bile bana sığ ve rutin geliyordu, tekrarlayan ve birbirlerine bağlanan zincirin parçaları gibi.

Ben genetik bir tesadüfün ve zincirin sonucunda hayattaydım ve nefes alıyordum. Bu genetik tesadüfün bana milyarlarca yıllık evrimle sağladığı bir beceri sonucu kendi algılarıma ve illüzyonlarıma muhtaçtım. Biz insanoğlunu delirten buydu; öyle ki kimisi bunun acısını hafifletebilmek için ya da bununla yüzleşemediği için sahte cennetler ve öbür dünyalar yaratmıştı. Çünkü yok olmak bu sözde özel (!) ama özde gayet sıradan olan insan varlığının kabul edebileceği bir şey olamazdı.


Kaynakça

pexels-snapwire-32237

03-09-2021
Konuk Düşünce Yazarları

Konuk Düşünce Yazarları

info@medyacuvali.com

www.medyacuvali.com

Konuklardan Diğer Yazılar

Bu yazılar da ilginizi çekebilir