Ahval ve Şerait - Barış Selim Uzun (Öykü Yazarı)

Ahval ve Şerait - Barış Selim Uzun (Öykü Yazarı)

A+ A-

           Karanlıktı. Biraz dut ağaçlarını seyretmekte biraz da hayatında “geriye kalanları” parmak hesabıyla saymakta olduğundan yolu noktalayan tahta çitleri fark etmemişti, düşeyazdı. Telefonunun navigasyonu ise çitleri aşmasını, çıkmaz sokağı kabullenmeyerek atıl araziye dalmasını salık veriyordu; “Elli metre sonra hedef sağınızda!”

           Ardını döndü. Sokak boyunca evlerin önünden mıcır yola dökülen dut ağaçlarının yalnızca ağaçlığını ayırt edebiliyor, meyvelerini ise ayakları altında ezilen numuneler sayesinde tanıyordu. Yolu yeniden yürümeye başladı. Bu kez haritasına güvenerek avare avare ilerlemiyor, başını sundurmaların altına uzatıyor, bir ayağını basamaklara atıyor, karanlığa gömülmüş gecekonduların numaralarını okumaya çalışıyordu. Elli metre ileride değil neredeyse yüz metre geride, sağda değil solda buldu 19 numaralı evi.

           Ata yadigarıydı bu ev. Atasına da ata yadigarı… Koltuğunun altında kırmızı bir dosya taşıyordu. Evin tapusu, veraset ilamı ve bir sürü evrak vardı bu dosyanın içinde. Hatta ölüm belgesinin bir kopyası da yanındaydı. 19 numaranın önünde dururken sağ elinin beş parmağı da açıktı. Parmak hesabına devam ediyordu. Ölüm belgesi üzerinde yazanları; “bulaşıcı olmayan hastalık”, “doğal ölüm”, “otopsi yapılmadı”, “yaralanma yok” ibarelerini düşündüğü esnada bir kıvılcım çaktı zihninde. Utanarak parmaklardan birini kapattı. Babasıydı bu. Şaşılası unutkanlığını yol yorgunluğuna verdi. Fakat sonra omuzları düştü. İç çekerek işaret parmağını da avuç içine gömdü. Bu kez budalalığını mazeretlendiremiyordu. Üç mızrak gibi yere uzanan üç parmağını savurarak 19 numaranın verandasına tırmandı.

           Sokak boyunca yalnız iki evin içinde aydınlık görebilmişti. Pencerelere düşen cılız, titrek ışıklardı bunlar da. Yaşamın değil, saklı bir hayattalığın huzmeleri… 19 numara bu evlerden biri değildi. Bütünüyle ıssız ve cansız görünüyordu. Bakımsızdı. Eksik değil bakımsız… Verandanın ötesinde iki adımlık taş bir kaldırım bizzat dedesi tarafından döşenmişti ve babası çocukluğunda bu kaldırımın parke taşlarını taşımada ettiği yardımları, yaralanan avuçlarını gururla anlatırdı. Atalarınca örülen bu kaldırımın ilk kez üzerindeydi şimdi.

           Üçgen, kiremit çatıya baktı. 19 numaranın önündeki dut ağacının dalları bu çatıya düşüyor, ağaçtan dökülen dutlar geçmişin sahipsiz cesetleri gibi yerde çürüyordu. Babasının ölmeden evvel sık sık anlattığının aksine şimdilerde kimse bir sofra bezi gerdirip toplamıyordu meyveleri. Büyükbaba ve hısımlar ağacı sallarken çocuk baba ve dostları, çatıdan erişebildikleri paylarını akşam ishal olmak pahasına avuç avuç mideye indirmiyordu.

           Bakımsızdı ama çıkmaz sokağın en bütünlüklü eviydi belki de. Yol boyunca sözde kapısına numaralar çakılmış yarım yamalak evler görmüştü. Bir çeşit imar affının eseriydi bunlar. Üzerine yapıldıkları arazinin sahipliği için üst üste dizilmiş kiremitlerden ibarettiler, ev mi yoksa bir ahır mı olayazdığı anlaşılmaz üç duvarlardı. Oysa 19 numara öyle mi. Orası bir haneydi. Hâlâ kapanmamış üç parmağı, şimdi bu hanenin kapısını itiyordu.

           Demir kapı ufak bir kuvvetle bağırarak savruldu, gitti duvara vurdu. Kapının açılmasıyla içeriden patlayan idrar, metal ve küf kokusu yüzünü tokatladı. Daha ilk adımda ekşi hava ciğerlerini kesmeye başlamıştı. Telefonunun fenerini yaktığında önünde bir koridor aydınlandı. Sağında bir merdiven çatıya uzanıyordu. Birbiri ardına daha fazla taş yığılarak basamaklandırılmıştı. Dedesinin elinden çıkma, çocuksu basitlikteki bir mimari unsur…

           Koridorun sonunda, tam karşıda tuvalet vardı. Kapısı yoktu. Işığını mümkün olduğunca oradan uzak tutarak yürüdü yolu. İçeriyi görmek istemiyordu. Bütün ev kanıyor, kusuyor, işiyor ve çürüyordu belki ama bir de bu cenazenin helasına bakmak istememişti. Koridoru tamamladığında hiç oyalanmadan solundaki kapıdan içeri, gerçek eve girdi.

           Genişçe bir sofadaydı. Koku ağırlaşmıştı. Işığını duvarlarda gezdirdi. Her duvardan bir oda açılıyordu. Hiçbirinin kapısı yerinde değildi. Uzak duvarı aydınlatırken bir yağ tenekesi ilişti gözüne. İnce bir duman yükselmekteydi. Tenekenin başına yürürken ışığı banyoya düştü. Fayansları sökülmüş banyonun ucunda ufak bir pencere vardı. Kırık camlardan içeri sevimli bir esinti doluyor, bulantı verici havanın içinde dar bir temiz hava koridoru yaratıyordu. Derken tökezledi. Yoluna ışık tutmadığına hayıflanmaktan başka tesir yaratmayacak bir tökezlemeydi bu. Fakat hemen ardından boğuk bir inilti işitince çığlık çığlığa en yakın deliğe, banyoya kaçtı. Bu kez de eşiğe takıldı ve sonunda yuvarlandı. Alnını çıplak zemine vurmuş, doğrulmaya çalışırken de mermer kurnaya omuz atmıştı. Gövdesi bütünüyle sızlıyordu. Oyalanmadan kalktı, banyonun köşesine sığındı. Işığını yeniden sofaya doğrulttu. Yerde yatmakta olan bir adamın çıplak, koca ayakları gözüküyordu. Kaçarken düşürdüğü dosya da az ötesindeydi. Evraklar sofaya dağılmıştı.

           Sığındığı köşeden uzun süre ayrılamadı. Onu deliğinden çıkaran korkusunu dizginlemesinden çok ayakları altındaki ıslaklığın idrardan ve dışkıdan oluştuğunu fark etmesiydi. Biraz önce düşüp yuvarlandığı banyo boyunca üstü başı pisliğe bulanmıştı. Sonunda bu tiksinti, adamın hareketsiz olduğunu görerek anbean silikleşen korkusunun önüne geçti ve ürkek adımlarla sofaya döndü. Ağzı açıktı adamın. Işık yüzüne düştüğünde gırtlağına kadar doldu ve meçhul adama kimlik kazandıran ilk özelliği eksik dişleri oldu. Yüzünün yarısı seyrek ama uzun saçlarıyla, kalanı da sakallarıyla örtülmüştü. Başı can çekişen bir hayvanın kasılmalarını gösterir gibi ileri uzanmış, boynu gerilmişti. Göğsü ise düşük bir frekansta şişip sönüyor, biraz önceki boğuk iniltisi dışında adamın hayatta olduğuna dair en kesin kanıtı bu aralıklı soluklar sunuyordu. Elleri iki yana açılmış, bir bacağı gövdesinin altında kalmıştı. Sol kolu omzuna kadar sıvalıydı. Yanına duran şırıngayı ve lastiği fark etti. Kaşıksa közü tütmekte olan yağ tenekesinin dibinde, yerdeydi. Bu keşiflerin ışığında sıvalı koldaki şırınga izleri de görünür olmuştu. Oradan ayrılmaya karar verdi.

           Gitmeden evvel diğer odalardan da içeri bakmayı ihmal etmedi. Mutfakta iki kişiye daha rastladı. Görece sakin karşıladı. Onlar da kendinden geçmiş haldeydi. İçlerinden biri genç bir kadındı. Yere yüzüstü uzanmıştı fakat duvara denk gelen başı burnu üzerinde havada durmaktaydı. Ensesi geriye kıvrılmış, belli ki sırtını zorluyordu. Bu konforsuz pozisyondan kadını kurtarmak gerekip gerekmediğini düşündüğünü fark ettiğinde küfürler ederek sofaya döndü ve evrakları aceleyle toplamaya başladı.

           Öfkeliydi. Bir yanıyla, “Burası benim evim!” diyordu içinden. “Ata yadigarı. Atama da ata yadigarı…”

           Coşkun duyguları uzun sürmedi. Topladığı evraklara ışığını tuttu. Tapuya, veraset ilamına, ölüm raporuna ve tüm belgelere göz gezdirdi. Her birinde başka bir kurumun mührünü gördü fakat silinmeye başlamışlardı sanki. Sağlık, adalet, içişleri… Kendisinden önce kaçıyordu mühürler. Biraz evvel koltuğu altında büyük büyük haklar tüküren, sorumluluklar emreden, kendisine hamasetle güven veren kağıtlar acizce kıvrılıyor, avuçlarından yere uzanıyordu. Oyalanmadı, evi ancak anılarında ve mirasında dert eden babasının hatırasına çekinerek de olsa bir küfür bastı, sonra pişmanlıkla özür diledi ve üç parmağını da alıp çekip gitti 19 numaradan.

20-05-2022
Konuk Düşünce Yazarları

Konuk Düşünce Yazarları

info@medyacuvali.com

www.medyacuvali.com

Konuklardan Diğer Yazılar

Bu yazılar da ilginizi çekebilir