Adar Sokak - Berke Bozkurt (Yazar)
Kepenkler gök gürlemesini andıran bir sesle yukarı kalkıyor, Adar Sokak esnafı dükkânlarını açıyordu. Çıraklar, ustalarına çay yetiştirmek üzere oradan oraya koşuşturuyor, günün ilk sigara dumanları göğe yükseliyordu. Sabah mamurluklarını üzerinden atmaya çalışan Adarlılar, çareyi gevezelikte aramaktaydı. Manav Ekrem, karşı çaprazdaki Berber Necati’ye laf attı:
‘‘Necati afyonun patladı mı? Yine delik deşik etme insanların suratını.’’
Yan taraftan Kasap Mehmet atıldı:
‘‘Bence Necati, benden daha iyi et kesiyor.’’
Gelen iddialar üzerine Berber Necati’nin hamlesi çift taraflıydı:
‘‘Pahalı kasabın adını, kelek karpuzun tadını takarım usturama…’’
Üç dakikadır esnemesi bitmeyen Terzi Yusuf da sessiz kalmadı:
‘‘Birkaç kıyafet de tak usturaya, siftah çıksın.’’
Marangoz Cevdet:
‘‘Bir iki de tabure kır kafalarında.’’
Sokakta insan kıpırtıları belirmeye başlamıştı. Siftahını yapan esnaf mutlu, sineğini avlayan esnaf gururluydu.
Derken Kahveci Cezmi, on molası geldiğini işaret edercesine yolladı askıcıyı. Adarlılar tekrardan dükkân önündeki taburelerine oturdular. Tek şekerli, çift limonlu çaylar içilmeye başlamıştı ki Bakkal Recep evinin kapısından çıktı. Esnaflar, onun dükkânı geç açmasına alışkın olmalarına karşın takılmadan edemezlerdi:
‘‘Nerede kaldın be, öldük sigarasızlıktan.’’
‘‘Şekerim düştü, geri aldım kaldırımdan.’’
‘‘Sefer tası daha gelmez hanımdan.’’
‘‘Şuna bak bir de selamsız geçip gider yanımdan.’’
Recep herkese yarım ağızla selam verip dükkânın kepenklerini gürültüsüzce açtı. Sabahın ilk saatlerinde açılmayan kepenkler çok ses çıkarmazlardı.
Dükkânın açılmasıyla çıraklar lolipop, gazoz, dondurma almak için içeri doluştular. İlk müşterilerini ağır ağır karşılayan Recep bir taraftan da söyleniyordu:
‘‘Bir dondurma parasına çalışılır mı? Aç kalmamak insana lazım da birikim yapmadan yaşanılır mı?’’
Minik müşteriler gittikten sonra sıra büyük müşterilerdeydi. Ev çekip çeviren büyük müşteriler ekmek, yoğurt, makarna gibi daha ciddi ürünleri raftan indirdiler.
Güneşin en tepede olması öğle yemeği saati geldiğine işaretti. Adarlılar hareketlerini yavaşlatıp, gelen sefertaslarında eşlerinin onlara hazırladığı yemekleri yemeye koyuldular. Yemek faslında da birkaç ekmek satabilmiş olan Recep ise kola ve bisküvisini alıp televizyon karşısına yerleşmişti. Uzun yıllardır kola ve bisküviden başka pek bir şey tüketmezdi.
Akşama doğru Adarlıların üzerine bir karanlık çöktü. Daha güneş batmadan çöken bu karanlık, bir feryatla sokağa yayılmıştı. Recep olanlardan habersiz bakkalının içine dalgınca otururken, gözyaşını pınarında tutmaya çalışan Kasap Mehmet kapıda belirdi.
‘‘Recep…’’
Recep kayıtsızdı. Ortamda bir an sessizlik oluştu. Kasap Mehmet’in sesi çatallı:
‘‘Annen fenalaşmış.’’
Recep’in gözlerinden gayriihtiyarî birkaç gözyaşı süzüldü. Bu gözyaşlarının sebebi yarın duyacağı fısıltılardı.
‘‘Rahmetli de pek sessizdi, resmen ruh gibiydi.’’
‘‘Çok acı çekiyordu, öldü de kurtuldu.’’
‘‘Oğlu da pek vefasız, Allah kimseye böyle bir evlat vermesin.’’
‘‘Kahrından öldü kadın.’’
‘‘İnsanın ailesi varken düşmana gerek yok.’’
Uzunca bir süredir kapıda bekleyen Kasap Mehmet, kara haberin tez duyulmasıyla gidebilmişti. Recep’in annesinin kalbinin durduğu haberi Adar Sokak’ta yankılanmıştı. Recep bakkalın kapısını kendi üzerine kilitledi ve ışıkları söndürdü. Yere serdiği kartonların üzerine cenin pozisyonunda yatıp kaldı. Gözünün önünden koca bir hayat geçiyordu.
Birkaç yıl önce babasını kaybetmiş olan Recep’in yaşı elliye varmıştı. Bakkallık baba mesleği olduğundan sorgusuz sualsiz üstüne kalmış, ilkokulda biraz okuma yazma öğrendikten sonra da okulu bırakıp hepten bakkalcı oluvermişti. Çocukluğundan beri utangaç bir yapısı olduğundan sokağın büyükleri ona ‘‘Nazlı Recep’’ derlerdi. Müşteri geldiğinde sadece zorunlu olarak selamını alır, istediği ürünü ve tutarını söyler başka da tek kelime etmezdi. Eğer ona bir müşteri soru sorarsa kabir azabı sorgusuna girmiş gibi hisseder, bir an önce cevap verip kurtulmaya çalışırdı. Yeteneklerinin uyuşmadığı esnaflık onu gitgide içine kapanık bir insana çevirdi. Recep güçlü, atılgan, konuşkan bir erkek olamamıştı. Kulağında yan odada babasının tiran sesiyle söylediği söz yankılanmaya başladı:
‘‘Karı gibi bu çocuk…’’
Babasının oğlu olmayı başaramamıştı Recep. Toplumun ona giydirmeye çalıştığı ataerkil ceket de üzerine bir türlü oturmamıştı. Onun içe dönük yaradılışına yapılmaya çalışan her tedavi ters tepmişti. Hatta bir gün, annesinin onu gizlice hocaya okuttuğunu anımsıyordu.
‘‘Üç harfli mi çarptı bu çocuğu hocam?’’
Recep şimdi olanları daha da net görebiliyordu. Ne olurdu ki her şeyin biraz daha az farkında olsaydı? Bütün saçmalıkların ve baskıların ortasında bir de her şeyin farkında olmak onu gerçekten hasta hissettiriyordu.
Nitekim bu sessiz çocuk bir süre sonra toplum tarafından kabullenildi ve normalleştirildi. Herkesin daha az umurunda olmak ve üzerindeki baskının azalması Recep’i bir nebze rahatlatmıştı. Fakat sonuçta o bir insandı. Beyni, duyguları, bakış açısı, söyleyecek bir şeyleri olan bir yaşam formu... İnsanların el birliğiyle içine kapattığı bu çocuk yaşamını minimum düzeyde iletişim kurarak sürdürmeye devam etti. Mutluluğun yalnızca kitaplarda, filmlerde olduğuna kendini inandırmıştı. Ona göre normal şekilde akan yaşamda mutlu olmanın imkânı yoktu. Kitaplardaki insanlar ise gerçek olamayacak kadar hayal ürünüydüler.
Gecenin karanlığında bakkalın camına birkaç kez vurulmuş ve cevap alınamamıştı. Soğuk kartonların üzerinde yatan Recep, hayatının şeridini gözyaşlarından akıtmaya devam etti.
Ömrü boyunca neredeyse Adar Sokak’tan hiç çıkmamıştı. Belli belirsiz hatırladığı ilkokulu hariç bir yeri zihninde canlandıramıyordu. İhtiyacı olan tüm dükkânlar Adar Sokak’ta bulunduğundan bu sokaktan çıkmaya gerek olmadığını düşündü hep. Hem çıksa ne olacaktı ki? Ona göre bütün dünyadaki insanlar Adarlılar gibiydi. Nezaketsiz, sığ, anlayışsız… Dışarıdan bakıldığında sevimli, sıcakkanlı yardımsever görünen bu insanların içlerine girildiğinde dedikoducu, kuyu kazıcı, acımasız taraflarını görmek zor değildi.
‘‘Kahrol Adar!’’
Dedi belli belirsiz bir sesle. Bu konuşmaktan çok bir inilti gibiydi. Kendine acıması bitince annesine acımaya başladı. Her şeye, tüm ‘‘Karı Gibi’’liğine rağmen onu seven annesine… O da yitip gitmişti hayattan. Zaten bir nebze hissettiği evi de artık yoktu. Her türlü şer gibi, en acımasız hastalıklar da gelip garibanı bulurdu.
Birden gözyaşları sel gibi akmaya başladı. Öyle bir ağlıyordu ki hayatında toplam bu kadar çok gözyaşı dökmemişti. Saatler boyunca akan yaşlar kartonu ıpıslak etti.
Gecenin en soğuk, en karanlık saatinde bir anlık hışımla yerinden kalktı. En pahalı sigara paketini açıp, kenarda duran çakmakla da sigarasını yakıp bir nefes çekti. Boğazından hava benzeri bir şey geçeceğini düşünse de duman genzini yakıp gözlerini daha da yaşarttı. Hayatı boyunca hiç sigara içmemiş, hatta denememişti. Bir an durdu:
‘‘Bu mu yani insanların her gün para verdiği zıkkım?’’
Bir duman daha çekti, öksürük de peşi sıra onu izledi.
‘‘Belki de insanlara iyi hissettiren ölüme yaklaşıyor olmaktır. Zaten ölmek için doğmaz mı her canlı?’’
Güneş, ışıklarını cılızca gönderirken Recep kendine poşet hazırlamakla meşguldü. Poşetin içinde bisküvi, kutu kola ve sigara bulunmaktaydı. Adarlılar uyanmadan kapıyı ve kepengi kilitleyip sokağın başına kadar yürüdü. Sokağın ne kadar uzun olduğunu tekrar fark ediyordu. Fakat bir sokak ne kadar uzun olursa olsun, bir hayat geçirmeye yeter miydi?
Sokağın başına ulaştığında sağa mı, sola mı döneceğine karar vermesi gerekti. İlk kez evinden bu kadar uzaklaşıyordu. Sağ elindeki poşet ağır bastığından sağa döndü ve yürümeye devam etti.
Hayat akmaya başlamıştı. İnsanlar okullarına işlerine gidiyor, kepenk bulunmayan ışıltılı dükkânlar da mesai başlangıcına hazırlanıyordu. Birkaç saate ortalık insan yığınıyla doldu. Kalabalığın içinde süklüm püklüm yürüyen Recep heyecanlıydı.
İlk yürümeye başladığında sanki tüm insanların ona yargılayıcı gözlerle bakacağını düşünüyordu. Fakat gözlemlerine göre kimsenin birkaç saniyeden fazla ona baktığı yoktu. Bu konuda kendini bir parça rahatlamış hissetti.
Öte yandan sanki herkes ne yapacağını biliyor ve bir yerlere gidiyordu. Şu an şehirde, ne yapacağını bilmeyen tek kişi oydu. Bu kadar yürümeye alışkın olmadığından soluklanmak için bir banka oturdu. Birkaç nefesten sonra etrafı incelemeye başladı. Bulunduğu park oldukça büyüktü. Bir ya da birkaç kişiden oluşan yaşlı grupları banklarda oturmaktaydı. İki genç sevgili yanlarından gülüşerek geçti. Öbür tarafta bir baba küçük oğluyla top oynamaktaydı. Recep bu görüntüye bakıp iç geçirirken birden önünde bir çocuk durdu:
‘‘Ağabey fazla sigaran var mı?’’
‘‘Bu yaşta ne sigarası?’’ diyecekti ki laf boğazında düğümlendi. Dün geceki paketten bir sigara uzattı ve çocuk gitti. Tekrardan etrafı gözlemlemeye başladı. Bu sefer de genç bir kız karşısına dikildi:
‘‘Vaktiniz varsa anketimize katılır mıydınız?’’
Recep kem küm etti. Kelimeler boğazında düğümleniyordu. Güç bela zorlanarak ‘‘Hayır’’ deyip kızı gönderdi.
Az sonra seyyar simitçi önünde durdu:
‘‘Simit alır mıydınız?’’
Sessizce parayı çıkarttı, simidi aldı ve para üstünü cebine koydu. Simitten ufak ısırıklar alarak ayağa kalktı. İnsanların sürekli ona bir şeyler sormasından sıkılmıştı.
Tekrardan yolları arşınlamaya başladı. Önünden geçtiği mağaza vitrininin yansımasında kendini gördü. Kıyafetleri paspal değildi. Annesi bu yılın başında Terzi Yusuf’a diktirmişti. Annesi aklına gelir gelmez kalbine tekrar mızrak saplandı.
Birkaç saat sonra teninde alışkın olmadığı bir his duydu. Sıcak yaz günlerinden biri olmasına karşın sanki serin bir hava yüzüne ve boynuna vurmaktaydı. Bu hisse doğru yürümeye devam etti. Hissin sonu denize çıkmıştı. Uçsuz bucaksız maviliğe doğru çocuk hevesiyle yürüdü. Kendine güzel bir kayalık bulup oturdu. Ne deniziydi burası? Hangi şehirde yaşıyordu? Bu gün günlerden neydi? Bu soruları zihninden bıçak gibi kesip bir sigara yaktı. Sigara artık dün geceki gibi boğazını yakmıyordu.
‘‘Hah!’’
Güldü. Ya da güldüğünü düşündü. Bulunduğu andan keyif almıştı. Kitaplarda anlatılan, filmlerde gösterilen o denize şimdi doya doya bakabiliyordu.
Akşama doğru hayatında ilk kez alkol kullanmaya karar vermişti. İnsanlara ürkekçe ‘‘Nereden rakı alabilirim?’’ diye sorarak bir tekel bayi buldu ve sakına çekine bir şişe rakı alabildi. Rakı almıştı çünkü Adarlılar rakıdan başka bir şey içmezlerdi. Hava kararmaya başlıyordu. Çabucak yürüyerek aynı kayalığa tekrar gitti. Hevesle rakının kapağını açtı ve kafasına dikti. Birkaç yudum almasıyla, kusma hissi gelmesi bir oldu:
‘‘Bu mu her gün zam geldi diye yakındığınız içecek?’’
Rakının yanına kola ve bisküvi açtı. Derken poşeti düşüp kayalıkların arasına sıkıştı, Recep umursamadı. Bir rakıdan, bir koladan içiyor arada da ağzına bisküvi atıyordu. Bir saat sonra dizlerinin uyuştuğunu hissetti ve ayağa kalktı. Kalkmasıyla sendeledi. Başı dönüyordu fakat keyifliydi. Tekrardan oturdu. Işıklar sanki daha parlak, hayat sanki daha katlanılabilirdi. Bu zıkkımın verdiği parayı hak ettiğini düşünmeye başladı. Öte yandan, zam gelmesinden yakınan Adarlılara laf ettiği için kötü hissetti. Kendisi içmese bile, içene saygı duymalıydı. Zaten başına ne geldiyse saygısızlardan gelmemiş miydi? Tekrardan keyiflendi. Keyfi bir türlü azalmıyordu. İçinden yine bir ses geldi:
‘‘Ha ha!’’
Gecenin ortasına doğru midesi bulanmaya başlamış, uykusu iyice bastırmıştı. Birkaç adam başına dikildiğinde biraz ayılır gibi oldu ve ayağa kalktı:
‘‘Ne arıyorsun burada?’’
‘‘Oturuyorum.’’
‘‘Burada oturmak ücretli dayı!’’
‘‘Öyle mi?’’
Sözünü bitirir bitirmez üç serseri birden üzerine saldırdı. Biri sağ, biri sol yumruk, bir diğeri de tekme attı. Ya da iki tekme bir yumruk muydu? Ya da üç yumruğu aynı anda da yemiş olabilirdi. Kayalıkların üzerine serildi. Üç adam hızla ceplerini boşalttıktan sonra koşarak uzaklaştılar.
Recep, bir yerlerinin acıması gerektiğini düşünüyor fakat hissetmiyordu. Cılız ışıkta elini ağzına götürdüğünde kan olduğunu fark etti. Yine keyif almıştı:
‘‘Ha, ha!’’
Aşırı bastıran uyku ona bu gecelik yeter diyordu. Ancak sabah uyandığında baş ağrısını, dayak ertesi acısını ve ceplerinin boşaltılmasının hüznünü hissetmişti. Zor bela ayağa kalktığında kayalıkların arasına düşen poşet gözüne ilişti. Eğilip poşeti aldı ve sahil boyunca yürümeye başladı.
Sokakta bir gün daha geçirdi, bunu sevmişti. Neyse ki bu sefer gasp edilmedi. İkinci günün sabahında gasp edilmemiş şekilde uyanmak ona keyif veriyordu:
‘‘Ha ha!’’
Kalktı, kendine bir taksi buldu. Artık derdini anlatacak kadar iletişim kurmayı başarıyordu. Taksiye bindiğinde parası olmadığının farkındaydı. Poşetin içinde kalan beş paket sigarayı taksiciye uzattı:
‘‘Bunları alıp beni Adar Sokak’a götürür müsün?’’
Taksici yalandan yüzünü ekşitti fakat canına minnetti.
‘‘Senin güzel hatırın için bu seferlik götürelim.’’
Birkaç dakikaya Adar Sokak’a ulaştılar. Recep, sokağı görür görmez ürperdi.
‘‘Yaşamak güzel şey, birkaç gün olsa bile…’’
Hiç duraksamadan yürümeye başladı. Sokakta matem havası estiği belli oluyordu. Onu gören kadınlar ayıplar şekilde suratına baktılar.
‘‘Annesinin cenazesine gelmez mi insan?’’
‘‘Öldürdü kadını, şimdi de fellik fellik geziyor.’’
‘‘Şarapçı olmuş diyorlar, Rukiye’nin kızı sahilde görmüş.’’
‘‘Aman o kız da sahilde her gün başka erkekle...’’
Adar esnafı da biraz üzgün, biraz şaşkın, biraz da kızgın şekilde ona bakıyordu. Bütün bakışların arasından sıyrılıp evine girdi. Onu kimse bu güne kadar böyle ‘‘Erkeksi’’ görmemişti.
Ömrünü geçirdiği eve şöyle bir bakıp kokusunu içine çekti. Derisinin etrafını hüzün kaplamıştı. Annesinin yıllar önce Sabiha’dan aldığı ‘‘Deli’’ hapların bulunduğu çekmeceyi açtı. Haplar hala oradaydı. Kutuyu cebine soktu. Bir kâğıt bir kalem buldu, şu cümleyi yazdı:
‘‘Yolu bulmak için, yoldan çıkmak gerekmiş.’’
İlk insanların mağara duvarlarına yazı yazması gibi bir güdüyle yazmıştı yazısını. Arkasında bir şey bırakmak istemişti. Son kez etrafa göz gezdirdikten sonra bir bardak su doldurup, bir avuç hapı içti. Ardından annesinin yatağına uzanıp, annesi kokan yorgana sarıldı.
‘‘Vasiyet bırakmayacağım. Benim yerime yaşadığınız hayatım artık sona eriyor. Geride kalan şeylerle ne yapıyorsanız yapın. Benim çok uykum var.’’
Nazlı Recep’in cesedi, üç gün sonra bulundu. Kokudan rahatsız olan komşular bakmak için geldi fakat içeri giremediği için polisi aradı. Koçbaşıyla kapıyı kıran polis gerekli işlemleri yaparken Recep’in bıraktığı notu berberin çırağı buldu ve katlayıp cebine koydu.