Dünyayı Sırtlamak - Berke Bozkurt (Yazar)

Dünyayı Sırtlamak - Berke Bozkurt (Yazar)

A+ A-

Güneş’in, yeryüzünü gayretle ısıtmaya çalıştığı ilk saatlerdi. Gürültüyle çalan orkestra Atlas’a, mesaisinin başladığını işaret ediyordu. Önce yavaş, ardından acele hareketlerle yatağından sıyrıldı. Ilık bir duş, hafif bir kahvaltı yaptıktan sonra adımını dışarı attı.

Çıkar çıkmaz köşedeki simitçi Nuri Dayı’ya uğradı. Nuri Dayı, en büyüğü lise çağında olan 4 kızını, simit satarak okutmaya çalışıyordu. ‘‘Erkek adam hanımını çalıştırmaz!’’ diyenlerden olduğu için; hanımı da evde örgü örerek, bazen birkaç paketleme işi yaparak, bazen de fal bakarak evin gelirine katkı sağlamaya çalışıyordu. Hasta ve bakıma muhtaç annesi de evin 7. üyesiydi. Atlas bir simit kendine, bir simit kedilere olmak üzere iki simit aldı. İçinden hiç gelmese de tezgâha da birkaç zoraki tebessüm bıraktı.

Kendi simidinden ufak ısırıklar alarak parka doğru yürüdü. Beslediği kedi çetesi çoktan uyanıp, mahalleliyi izlemeye başlamıştı. Diğer simidi parçalara ayırarak önlerine koydu. Hepsinin başını da birer kez okşadıktan sonra gözü, kenardaki banka takıldı. Uyuşturucu içmekten bir deri bir kemik kalmış genç, bankta baygın halde yatıyordu. Yanına gidip bir iki kez yoklasa da gençten bir tepki alamayıp yoluna devam etti.

Dolmuşa yürürken yanından beli bükük işçiler geçiyordu. Çalışmaktan elleri nasır tutmuş, omurgaları öne doğru bükülmüş, gözlerinin feri azalmış kadınlı erkekli işçiler servislerinin onları alacağı durağa doğru yürümekteydi.

Dolmuş durağına geldiğinde bir grup yalınayak çocuk çevresini kuşattı. Atlas onların mülteci mi yoksa çingene mi olduklarını düşünürken yürüyerek markete girdi ve her birine birer çikolata aldı. Bu insandan herhangi bir şey alabilmiş olan çocuklar kısa sürede dağılmıştı.

Az sonra dolmuş geldi. İçinde yalnızca yaşlı bir kadın oturmaktaydı. En arka koltuğa geçip camdan dışarıyı seyre daldı. Bir yandan da düşünüyordu. Dört bir yan sefalet, açlık, rezillik dolu bir memleket… Kontrolsüzce çoğalan insan ırkının gelecekteki besin kaynakları ne olacaktı? Daha çok işçi, daha çok rant, daha çok sömürü… Pıt-pıt atmaya başlayan her bir bebek kalbi… ‘‘Keşke yaşamak için besine ihtiyaç gerekmeseydi’’ diye geçirdi içinden. Fakat fizik yasaları ne olacaktı? Enerji olmadan hareket olur muydu? Kahrolsundu bütün fizik yasaları da… Tanrı ya da evren ya da karma ya da doğa ya da her neyse, bu sefaleti görmek hoşuna mı gidiyordu?

Düşüncelerin içinde gezinirken dolmuştan indi. Birkaç yüz metre sonra şehrin ışıltılı mağazalarının, dükkânlarının, hizmet binalarının bulunduğu sokaklara ulaştı. İçi biraz rahatlamıştı. ‘‘Neyse ki’’ dedi, burada çok fazla sefalet belirtisi yok. Sefaletten nefret eder, refaha bayılırdı.

Az ötede bir kemancı çalıyordu. Atlas istemsizce sese doğru ilerlerdi. Ufak bir kalabalık kemancının çevresini sarmıştı. Kıyıdan köşeden ilerleyerek müzisyene baktı. Kemancı gözlerini kapamış, yalnızca sanatını icra etmekle meşguldü. Önündeki torbaya atılan bozuk ve kâğıt paraların arasına ekleme yapmak istedi. Elini cebine attı. Buruşuk bir kâğıt parayı usulca çıkarıp baktı. 5 liraydı. Hemen bunun kaç dolar ettiğini hesaplamaya çalıştı. 50 cent, 49, 48, 47… Bu harika sanata yalnızca bu kadar mı para verecekti? Utandı, hızlıca oradan uzaklaştı.

Bir banka oturdu. Telefonundan haberlere bakmaya başladı. Runova ve Sunova savaşı son sürat devam etmekteydi. Vurulan, patlayan, parçalanan, intihar eden askerlerin videolarına göz gezdirdi. İçi acıdı. Gözü daldı, kendini barış elçisi olarak hayal etti. Tankların önünde durdu, yaralandı, politikacıların suratına tükürdü. Onlara barış içerisinde yaşabileceklerinin mümkün olduğunu anlattı. Katı suratlı politikacılar laftan anlamazdı. Hepsine birer tokat patlattı. ‘‘Sizi adi herifler, halkı temsil etme yetkisini alıp onları ölüme mi gönderiyorsunuz?’’

Ekranı kaydırdı, başka haberlere baktı. ‘‘Global gıda krizi kapıda!’’ Gözü ‘‘kriz’’ kelimesine takıldı. Çok doğaldı, kriz olmazsa olmazdı. Hiç kriz olmasa da elbet bazı krizler çıkarmak lazımdı. Asla gerçekleşmeyecek olan tek şey krizsizlikti. Siz doğusunuz, biz batı ya da siz mavisiniz, biz kırmızı… Siz siyahsınız biz beyaz ya da siz geçmişte şuydunuz biz ise bu… Bir sebep yüzünden kavga etmek zorundayız. Nedeni hiç fark etmez. Sakın ola barış kelimesini ağzına alma, hain!

Fakat Atlas kolay lokma değildi. Bir hayvan hücresi alır, ardı ardına klonlayarak yapay bir et elde ederdi. Önce açlığı bitirir, ardından damak tadına daha uygun yiyeceklere geçiş yapılırdı. Aya giden angutlar bunu nasıl akıl edemezdi?

Dalgın gözlerini etrafına çevirdi. İnsanlar hallerinden gayet memnunlardı. ‘‘Ahmaklar!’’ diye bağırdı içinden. ‘‘Neden isyan etmezsiniz sefalete? Ne tutuyor sizi böyle? Neye inandınız, neyden vazgeçtiniz? Hangi tarafa geçip, hangi tarafa düşman kesildiniz bre ey ahmaklar! Hak ediyorsunuz, başınıza gelen her şeyi hak ediyorsunuz. Sakın bana mağdur edebiyatı yapayım demeyin. Bu insanlara bu gücü veren, taparcasına destekleyen sizsiniz. Ardından bölünen, parçalanan, birbirinize düşman kesilen yine sizsiniz. Kazandığınız maneviyatı klonlayıp, karnınızı doyurun öyleyse. Her birinizi yakasından tek tek tutup bilinçlendiremem ya!’’

Birden beyninde şimşek çaktı. Bir grup mülteci genç erkek, genç bir kızın bacaklarına taciz bakışları atmaktaydı. Gözlerini dikti, onu görmediler. Kaşları çatık, kalkıp üzerilerine doğru yürüdü. Sağlı sollu birer omuz darbesi atarak aralarından geçti. Sırtlan sürüsü başını öne eğerek uzaklaştı.

Yürümeye başladı. Az ötede, sesini artık uzaktan bile tanıdığı dilenci abla vardı. Arka sokakta da neredeyse tıpatıp aynısı olan ikiz kardeşi dilenirdi her zaman. İnsanın içini cız ettiren bir sesle ‘‘Çocuğum hasta, Allah kimseye böyle dert vermesin.’’ Diye feryat ederek dilenen kadının yanından geçip gitti. Söylediklerinin yalan olduğunu hissediyordu.

Kendini bir Rus romanının içinde hissetti. ‘‘Kahrol sefalet!’’ diye bağırdı içinden. ‘‘Doğmasa keşke sefil çocuklar, görmese dünya rezil…’’

Kahvecide bir masaya oturmasıyla, kalkması bir oldu. Burası self-servisti. Ucuz bir kahve alarak tekrar oturdu. Avrupai giyinip süslenmiş insanlar görmek onu bir parça rahatlattı. Yine sefalet kokusu alıyordu ama en azından bu sefer güzel makyajlanmıştı. Son parasıyla ‘‘venti’’ boy kahve alan insanlar, çoğunlukla dedikodu olmak üzere herhangi bir şeylerden konuşuyordu. ‘‘Avrupai mi?’’ dedi içinden. ‘‘Madem Avrupalı olmak istiyorsunuz, gidin elinize birer kitap alın. Avrupa’da en çok kullanılan aksesuar kitaptır.’’ İç sesini susturdu, dinlemeye koyuldu. Gençler üzerilerindeki ‘‘zengin’’ makyajlarına rağmen kaygılıydı. Ne iş yapacağız, atama bekliyorum, kasiyer oldum, Avrupa’ya gideceğim, parayı altına mı yoksa dolara mı yatırmalıyım gibi kelime öbekleri işitti. Öte yandan kim kiminle sevgili, kim kimi ne kadar sevmiş, en çok kimin sevgilisi olmuş, kim bütün hafta seks yapmış, kim kime ne için hesap sorar gibi kelime öbekleri de duyduklarından bazılarıydı. Sıkıldı. Kahvesini tek seferde dikip oradan ayrıldı. Yeniden yollara düştü. Kurtarması gereken bir dünya vardı.

Yürürken işini yapmaya devam ediyordu. ‘‘Şu ve bu hamleler yapılırsa ekonomi iyiye gider. Üretim artmalı. Gözü doymaz politikacılar israfı kesmeli. Eğitimde fırsat eşitliği olmalı. Kimse parasıyla özel okula gidip meslek sahibi olamamalı. Torpilin olduğu yerde Müslümanlık olmaz. Torpil tümden bitmeli ve kul hakkından şiddetle kaçınılmalı. Özgürlük gelmeli, herkes istediği sanatı icra edebilmeli. Ahh! Terör! Tümden yok olup gitmeli. Kimse eline silah alıp devletin karşısına dikilmemeli. Fakat zaten onlar maşa. Bunların başını kesmeli. Kim? Amerika! Her insan bir Amerikalı kadar dünyayı sömürse 5 adet dünyaya ihtiyaç var. Ya da her insan bir Avrupalı kadar dünyayı sömürse 3 adet dünyaya ihtiyaç var. Bu kuralları kim koydu? Peki kaç dünya var? Savaşalım! Hayır, barışalım. Ayaklanalım! Hayır, huzur gerek. Katledelim! Hayır affedelim. Bara gidelim! Hayır kütüphaneye.’’

Birine çarpmasıyla düşüncelerinden sıyrıldı. ‘‘Yavaş ulan!’’ dedi içinden. ‘‘Şurada dünyayı kurtarıyorum. Bana hiçbir yardımın olmamasına rağmen, bir de zararın dokunuyor.’’

Bir banka oturdu. Artık yaşı da otuzlara ulaşmıştı. Evlenmesi gerektiğini düşündü. Sonra kendi kendine güldü. ‘‘Be adam sende! Toplumdan baskı yedin, ırkından, coğrafyandan, dilinden, ten renginden baskı yedin de herhangi bir sayı olan yaştan da mı baskı yersin. Bre ahmak, bre geri zekâlı…’’

Elini cebine attı. Yol parası hariç iki buruş 5 lirası vardı. ‘‘Bir bardak çay içebilirim’’ diye düşündü, bir kıraathanede. ‘‘Şimdi çaylar da çok pahalı oldu. Malum gıda krizi var… Toprak eski toprak değil. Tamam, teknoloji gelişti ama insan sayısı da arttı. Ha ha! Beni kandıramazsınız. Beni ilgilendirmiyor gelecek nesiller. Alt tarafı 70 yıl takılıp, ardından geberip gideceğim. Sonra varsa, tanrı beni zaten kor edecek. Bir bardak çayı çok görmeyin. Bre koyunlar. Ha ha! Bilmiyorsunuz tabi, hala gıda krizi diyorsunuz. Gidin ve günde 12 saat çalışın.’’ Duraksadı. Gelecek ayın kirasını nasıl ödeyeceğini düşündü. ‘‘Düşüncemle öderim. Nasıl? Emek harcamak gerek. Ellerim parçalanana kadar çalışmalıyım. Ne için? Kendim. Başka? Dünya, ülke, vatan, aile, edebiyatseverler, çocuk işçiler falan. Kısacası tüm insanlık… Olmaaz. Tüm insanlık olmaz. Bazılarını ayır. Kimler? Ya şeyler işte, politikacılar… Ne bileyim hırsızlar, ondan sonra katilleri de çıkar. İtaatkâr insanları da ayır mesela sonra aklı bir karış havada gençleri de geç. Sonra tabi bazı ırklar. Haa! Amerika! Çıkar onu da. Rusya, Çin… Sonra Belçika’yı çıkar mesela. Küçücük ülke, ürettiği doğru düzgün bir şey yok ama yine de refah içinde. Çıkar kahrolası Belçika’yı! Çikolatası var ya. Sonra Osmanlı’dan çaldıkları laleleri var. Ulan lale! Yeter mi bunlar bir ülkeyi kalkındırmak için. Belli ki sömürmüşler ya da sömürüyorlar. Hiçbir şey yapmamışlarsa sömürenlerin yanındalar. Baksana Belçika milli takımına, orada siyah ırkın ne işi var? Sömürgeci bunlar sömürgeci! Tamamdır Belçika için de çalışmıyoruz, başka? Arapları çıkar, Cihan Harbinde sırtımızdan vurdular. Cihan Harbi mi? Dünya Savaşı da denilebilir ama böyle deyince kendimi İttihatçı gibi hissediyorum. Neyse sonra…’’

Bir ambulans siren çalarak önünden geçti. ‘‘Düşüncemi böldün ama sana kızamam ambulans. Kim bilir kimi hastaneye yetiştiriyorsun. Yine gözyaşı… Ulan! Çıkar listeden, dev ilaç firmalarını da çıkar. Türkiye dışında her yeri çıkar desen aslında birçok şeyi halletmiştik. Doğru söylüyorsun. Ama bir dakika… Özbekistan, Kazakistan… Çıkaramam, onlar benim ırkdaşım. Peki peki. Böyle yaparak bu işin içinden çıkamayız. Kısacası birçok şey için çalışman gerek. Evet çalışmam gerek. Ellerim parçalanana kadar. Ellerin parçalanana kadar… Tamamdır, anlaştık. Peki nerede çalışacağım. Bilmem, git kendine ellerini parçalayacak bir iş bul. Ne gibi, yazarlık olur mu? Olmaz, aç kalırsın. Hem yazarlık yaparak ellerin parçalanmaz. E beynim parçalanır. Yetmez! O eller parçalanacak. Helal ekmek kazandığın dışarıdan belli olacak. Bir saniye, sen kimsin? Ben akıl hocan, ya sen? Ben benim. Benliğimin içinde bir ben mi? Yani sayılır. Deli miyim? Bilmem. Hangi kitapları okudun mesela? Senin okuduklarınla aynı… E o zaman bensin. Hayır değilim. Kimsin ulan! Freud’un bahsettiği ego falan mı? Yo, aslında egoist biri sayılmam. Neden susmuyorsun? Sen neden bana cevap veriyorsun? Kalkıp buradan gideceğim. Ya da koluma bir kesik atacağım. O zaman susmak zorunda kalacaksın. Ama bu acıyı ikimiz de hissedeceğiz. İşte yakaladım, sen bensin. Aptal olma, değilim dediysem değilim. Hem insan kendi kendine konuşabilir mi, deli derler adama. Deli mi? Belki… Değilsem de deliririm herhalde.’’

Hava kararmıştı. Ayağa kalkıp dolmuşa doğru yürümeye başladı. Sağa sola baktıkça, yaşam belirtilerini fark ettikçe, kendi benliğini susturmayı başarıyordu. Dolmuşa bindi, camdan dışarıyı seyre daldı, düşündü. Yine dünyayı ve ülkesini kurtarmıştı. Erkek adam dediğin böyle olurdu. Yarım saat kadar daha mesai yaptıktan sonra eve gelip hemen kendini yatağa attı. Bu gün çok çalışmıştı. Kısa sürede uykuya daldı. 

 

 

10-07-2023
Konuk Düşünce Yazarları

Konuk Düşünce Yazarları

info@medyacuvali.com

www.medyacuvali.com

Konuklardan Diğer Yazılar

Bu yazılar da ilginizi çekebilir