Hafif Tempo Koşu - Berke Bozkurt (Yazar)
Ilık bahar havası ciğerlerime doluyor. Nihayet kış bitebildi. Özenle sıktığım portakal suyunu içip, özenle hazırladığım kahvaltı öğünümü yedim. Şort ve tişörtümü giyip, kulaklığı da kulağıma geçirdikten sonra dışarı çıkmaya hazırım. Yalnızca koşmak için satın aldığım pahalı koşu ayakkabılarının bağcıklarını, ayağımı hafif sıkacak şekilde bağladım. 16. Kattaki evimden aşağıya asansörle indim. Evimin az ötesindeki büyük parka ulaştıktan sonra, artık her şey hazırdı. Yürüyüş yoluna geçtim, müziği başlattım ve hafif tempo koşmaya başladım. Tanrım… İşte yıllardır hayalini kurduğum şey…
Doğduğum semtte böyle bir park bulunmuyordu. Doğar doğmaz da sırtıma bindirilen fakirlik yükü bana mücadeleden başka bir şans bırakmadı. Ruhum mücadeleyi kabullendi ve bedenim de ona yardımcı oldu. Yıllarca okudum ve çalıştım. Sonunda, otuzlu yaşlarıma yaklaşırken başarmıştım. Güzel bir semtte güzel bir ev, güzel bir araba ve yeterli derecede para… Başardıktan sonra birkaç yıl boyunca da başarının sürdürülebilir olma bedelini ödedim. Beklentileri karşıladım, sunumları yaptım, adımı duyurdum. Sonuç olarak saygınlığım arttı. Yüksek başarının getirdiği yüksek sorumluluktan iyice sıkılmaya başlamıştım ki, yıllık izne çıktım. Herkes koşarak tatile gitmemi beklerken ben, yıllardır kurduğum hayali gerçekleştirmek üzere bu parka geldim. İşte şimdi hafif tempo koşuyorum. Sigarayı bıraktım, portakal suyumu içtim ve sabahleyin geniş penceremden güneşi selamladım.
Yıllanmış bu hayal bende derin bir etki bırakmış olacak ki, saatlerce parkın içinde koşup durmuşum. Benden sonra gelenler bile çoktan parkı terk etmişler. Üstüm başım ter içinde, bir şişe su alıp koşuyu biraz daha sürdürmeye çalıştım. Fakat vücudum bu kadarının yeterli olduğunu bana bildirdi. Yüzümdeki terleri pahalı koşu tişörtüme sildim. Tembelce yürürken, yürüyüş yolunun yanındaki bankta oturan adamın bana baktığını fark ettim. Hafif tempo koşmuş birinin mutluluğu üzerimde olduğundan gidip yanına oturdum. Bu mutluluğu yaymam gerektiğini hissediyordum.
‘‘Merhabalar.’’
Adam içtenlikle karşılık verdi, sanki geleceğimi bekliyor gibiydi.
‘‘Merhabalar, yorulmuşsunuz.’’
‘‘Evet, biraz fazla koştum sanırım.’’
Adam elindeki cam şişede duran portakal suyunu göstererek:
‘‘İster misiniz?’’
‘‘Teşekkür ederim, zaten bardağım da yok.’’
Adamın yüzünde garip bir ifade vardı. Sanki her şeyi halletmiş, hayatındaki bütün sorunları çözmüş, yaşamın anlamını kavramış bir ifadeydi. Benim yüzümde böyle bir ifade olmadığını tahmin ediyordum. Bu onu kıskanmama sebep oldu. Nasıl olur da bu ifadeye kavuşabilirim? Onu tanımak istiyordum.
‘‘Burada mı oturuyorsunuz?’’
‘‘Evet, doğma büyüme buralıyımdır.’’
‘‘Ne iş yapıyorsunuz?’’
‘‘Bir zamanlar keman çalıyordum. Şu an ailemin parasını yiyorum.’’
Bu sözü bana hiç itici gelmemişti.
‘‘Siz ne iş yapıyorsunuz?’’
İletişimi karşılıklı hale getirmeye çalışıyordu. Bana sorduğu soruları kısaca ve ustalıkla bertaraf ettim. Çünkü ben, onun hikâyesini merak ediyordum. O da sanki boşalmayı bekleyen baraj misali benden bu ışığı bekliyordu.
‘‘Pekâlâ, madem sordunuz öyleyse anlatayım.’’
Arkama yaslandım ve rahatladım. Adam benimle pek göz teması kurmadan konuşmaya başladı:
‘‘Doğduğumdan beri burada yaşıyorum. Ailem oldukça zengindir. Çocukluğum herkesin çocukluğu gibi top peşinde koşarak, okuma yazma öğrenerek, ailemin bana direttiği yabancı dil, ekstra ders, piyano eğitimi gibi şeylerle geçti. Çocukken arkadaş sayım oldukça fazlaydı. Ortaokul dönemlerimde bir kıza âşık olmuştum. Gerçi bir demek yanlış olur. Hormonların aşırı salgılanmasıyla önüme gelen her kıza âşık oluyordum. Fakat bir tanesi… Yalnızca onun ayağının takılıp düşmesinden korkuyordum. Okulda onu gözetliyor, gülüşünü seyrediyor, yürüyüşüyle mest oluyordum. Ona olan aşkımı içimde tutma düşüncesi bana mantıksız geldi. Sonuçta aşk açıklandığı sürece bir şeye dönüşebilir. Bir gün cesaretimi topladım ve karşısına geçtim. Yanında kendi gibi güzel iki arkadaşı daha vardı. Bana şaşkın gözlerle bakıyorlardı. Çığlığa benzer bir sesle, ‘‘Seni seviyorum.’’ Dedim. Söyler söylemez de nefesim kesildi. Kız birkaç saniye küçümseyen gözlerle bana baktı. Ardından hep beraber bana kahkahalarla güldüler. O sıra yerin dibine doğru gömülmeye başlamıştım. Hatırlayamadığım bir şeyler söyledi. Ardından öyle bir şey söyledi ki onu da asla unutamadım. ‘‘Çok çirkinsin.’’ Arkamı dönüp hızla oradan uzaklaştım. Gözümden de yaşlar süzülmeye başlamıştı. Tuvalete girdim, aynanın karşısına geçtim ve kendime baktım. İşte o zaman fark etmiştim, çirkindim.’’
Adam bir an soluklandı. O süreden faydalanarak onu şöyle bir süzdüm. Evet, gerçekten çirkindi. Kambur, seyrek saçlı, pürüzlü bir yüzü vardı. Oldukça kiloluydu. Benim terlerim kurumuş, o durduğu yerde benden daha fazla terlemişti. Anlattığı bu kötü hikâyeye rağmen yüzündeki durgunluk silinmedi. Konuşmayı sürdürdü:
‘‘O yaştaki insanları bilirsin. Karşısındakine ne tahribat vereceğini düşünmeden acımasızca sözler edebilirler. Onu suçlamıyorum. Beni çoktan unutmuştur. Fakat çirkin olduğumu ilk o zaman fark etmiştim. Anneme koştum ve ben çirkinim dedim. Beni teselli etmeye çalışsa da ağlamaktan başka bir şeyle cevap verememiştim. Ortaokul bitip, lise başladığı zaman her şey daha kötü bir hal aldı. Annemle babamın beni okula getirdiği daha ilk günden, buranın bana cehennem olacağını hissetmiştim. Özgüvensizdim. Hatta bu özgüvensizlikten öte bir şeydi. Kendimden nefret ediyorum. Sınıfa girdiğimde başımı öne eğip hızla en arka sıraya gidiyordum. Oturduktan sonra da başımı telefondan kaldırmıyordum. Girdiğim her farklı yerde, insanlara özür dilercesine bakıyordum. Evet, göz zevklerinizi bozduğum için özür dilerim, çirkinim. Özür dilerim lütfen bana tükürmeyin. Evet, çok fazla terliyorum. Ama çok sık duş alır ve deodorant kullanırım. Lütfen, lütfen bana aranıza zorla sokulmuş bir yaratık muamelesi yapmayın.’’
Bunları söylerken gözlerini kapatıyor, el hareketleriyle anlatımını destekliyordu. Sanki o anı tekrar yaşıyor gibiydi. Haline üzülmeye başlasam da adeta büyülemiş gibi onu dinlemeye devam ediyordum. Birkaç saniye hikâyesinden çıkıp bulunduğum ana odaklanmaya çalışsam da beni tekrar içine çekiyordu.
‘‘Yolda yürürken başım yine önüme eğikti. İnsanların yanından hızla geçiyor, kimsenin yüzüne bakmıyordum. Bu aşağılık yaratığı kimse görmeden odama kaçıyordum. Odamda yığınla teknolojik alet vardı. Sanal dünyanın içine girip, oradan da bir daha çıkmıyordum. Yakışıklı karakterlerim vardı hep. Baskın erkek karakterlerin olduğu oyunlar en sevdiklerimdi. Sanal arkadaşlarım da vardı. Onlarla beraber oyunlara girer, düşmanı alt eder, görevleri yapardık. Fakat ne yaparsam yapayım oyun oynamaktan bir türlü zevk alamadım. Bu yüzyılda doğmama rağmen oyun oynamak bana oldukça yavan geliyordu. Bunun yanında liseden bazı arkadaş teklifleri de aldım. Yanıma bir çocuk geldi; kahve içmeye gideceklermiş, beni de çağırıyorlarmış. Bu gün gelemem, çirkinim. Yarın da gelemem çünkü yarın da çirkin olacağım. Siz havalı arkadaş grubunuzla takılın, benim buna hakkım yok. Gördüğünüz gibi çirkinim. Rahatınızı bozar, huzurunuzu kaçırırım. Sohbetim de hiç çekilmez benim. Utangaç, sıkılgan, kasıntı bir insanımdır. Muhtemelen yine eve gidecek, dondurulmuş gıda tüketecek, sıkılgan oyunlar oynayacağım. Beni boş verin. Ben yokmuşum gibi davranın.’’
Adam konuştukça kendi içine kapanıyordu. Dayanamadım ve müdahale etmeye çalıştım.
‘‘Aslında o kadar da…’’
‘‘Lütfen beni teselli etmeye çalışmayın. Eğer sizi rahatsız ettiysem gidebilirim.’’
‘‘Hayır asla. Buyurun devam edin.’’
‘‘Lise hayatım bütün sıkıcılığıyla sürerken bir olayla karşılaştım. Dershaneden çıktığım bir akşam yolda yere bakarak yürürken birden bir çocuğa çarptım. Başımı kaldırmadan pardon deyip gidecekken bir çığlık işittim, ‘‘Yardım edin!’’. Bir kız sesiydi. Başımı kaldırdığımda çocuğun kızı taciz ettiğine şahit oldum. Kız istemediği halde onu tutup kendine çekiyor, ona dokunuyor ve iğrenç gülüşler atıyordu. Ben çocuğun yüzüne bakınca beni tanır gibi oldu. ‘‘Yürü git işine hadi, ucube!’’ diye söylendi. Tam emrine itaat edecektim ki kız tekrar konuştu, ‘‘Lütfen yardım et!’’ Kendimden beklemediğim bir içgüdüyle çocuğu ittim. Çocuk oldukça cılız olduğundan ileri doğru savruldu. Eliyle saçlarını düzeltti ve üzerime saldırdı. Yüzüme birkaç yumruk yedim. Yediğim ilk yumruklardı bunlar. O an istemsizce elimi yumruk yapıp, çocuğun yüzüne hafifçe ittirdim. İçgüdüsel bir şekilde gözüne isabet ettirdim. Çocuk birden sendeledi ve ağlamaya başladı. ‘‘Sen görürsün’’ diyerek koşarak uzaklaştı. Olayın stresi gözümü kör etmiş, soluk soluğa öylece beklerken iki adet incecik kolun beni sardığını hissettim. Başımı hafifçe çevirdiğimde kızın başını omzuma yasladığını gördüm. Tepkisizce durduğum için kız kollarını çözdü. Yüzünü ilk defa o an gördüm. Sapsarı saçları, açık mavi gözleri, beyaz bir ten rengine sahipti. Gördüğüm en güzel kız olabilirdi. Beni evine bırakmamı istedi. Korktuğunu söyledi. Ben de mırıltılı bir sesle kabul ettim. Yolda yürürken koluma girdi. Güzel parfümü burnumu okşarken ne hissedeceğimi şaşırmıştım. Kendimi erkek gibi hissetmeye başlamıştım. Koruma içgüdüsünü hissediyordum. Birkaç sokak ilerledikten sonra kız narin sesiyle konuştu, ‘‘İşte şurası.’’ Ve karşıma geçti. Öne eğik başımı büyük bir zorlukla kaldırıp gözlerine baktım. Gözlerinin ışıltısı geceyi aydınlatacak gibiydi. Bana gülümsüyor, tatlı tatlı yüzüme bakıyordu. Yanağıma bir öpücük kondurdu ve evine doğru yürümeye başladı. Yürürken arada bir arkasına dönüp baktı. Kapıdan içeri girdiğinde, ben birkaç dakika daha olduğum yerde bekledim. O gün hayatımdaki birçok şeyi ilk defa yaşamıştım. Beni hep korkutan karanlık, o gün içimi huzurla doldurdu. Eve gideceğim yolu uzatarak yollarda mutlu mutlu yürüdüm.’’
Cebinden bir sigara çıkardı, yaktı. Bana da uzattı, kabul etmedim. İlgili gözlerle onu dinlemeye devam ediyordum.
‘‘Ertesi gün koleje gittim. Bütün gün gözlerim onu arasa da hiç karşılaşmadık. Tek başıma koridorlarda, bahçede dolanıp durdum. Dersler bitip okuldan çıktığımda yine her zamanki şekilde yere bakarak, hızlıca servisime yürümeye başladım. Az sonra gözümün önünde, birden fazla ayak belirdi. Başımı kaldırdım. Karşımda dün hırpaladığım çocuk vardı. Gözü hafif morarmıştı. Şimdi hatırlayamadığım birkaç şey söyledi. Hiçbir şey demedim. Sağ tarafında oldukça yapılı bir arkadaşı vardı. Başından beri gözünü hiç benden ayırmadı. Bakışları bir cellâdın bakışlarına benziyordu. Sonunda çocuk konuşmasını bitirdi ve cellât bakışlı çocuk tam gözüme yumruğunu geçirdi. O an gözümde bir flâşör patladı. Olduğum yere çökerken birkaç kişi tarafından dövüldüğümü hissediyordum. Fakat gözümdeki acıdan başka hiçbir acıyı duymuyordum. Yere yattım, kendimi korumaya çalıştım. Vücudumun her yerine tekme yiyordum. Hiç bağırmıyordum. Sonunda cellât adeta son vuruşu yaptı. Ayağıyla burnuma çok sert bir tekme attı. Burnumdan birden kan boşaldı, gözlerim yaşardı. Garipti, ilk defa kanım akıyordu. Acıya dayanamamış olacağım ki bayılmışım. Gözümü hastanede açtım. Başımda annem, babam ve o kız vardı. Kız uyandığımı görür görmez yanıma gelip yüzümü okşamaya başladı. Annem büyük bir öfkeyle telefonda konuşuyordu. Babamsa hemşireye uyandığımı bildirmek üzere odadan çıktı. Kızın dokunuşları burnumun sızısını dindiriyordu. Huzurluydum. Fakat hayat bu huzuru da bana çok gördü. Cılız çocuk, kızın eski sevgilisiymiş. Bir yıl boyunca her hafta birkaç kez beni dövdüler. Bazı günler sert dayaklar, bazı günler birkaç tekmeyle evime yolladılar. Kimseye söylemedim, hiç şikâyet etmedim. Nihayet diğer yıl artık benimle uğraşmayı bıraktılar.’’
Cam şişenin içindeki portakal suyunu bardağa doldurdu ve banka bıraktı. Konuşmaya devam etti:
‘‘Sonra…’’
Lafını böldüm.
‘‘Bana da bir sigara uzatır mısın?’’
‘‘Tabi.’’
Çakmağıyla sigaramı yaktım. Kibarca devam etmesini söyledim:
‘‘Bütün hayatımı o kıza bağladım. O da çok güzel olmasına karşın içine kapanık biriydi. Beraber susar, beraber konuşur, beraber yürürdük. Başkalarının ilişkimiz hakkındaki yorumları kulağıma geliyordu. Onun güzel benim ise çirkin olmam kimsenin hoşuna gitmiyordu. Sırf onu koruduğum için benden hoşlandığını, normal şartlarda yüzüme bile tükürmeyeceğini söylediler. Bir bakıma da haklılardı. Sıkça benim yanımda güvende olduğunu söylerdi. Belki normal şartlarda asla bana duygu beslemezdi. Çünkü çirkindim ben işte. Yine de evrenin bana bahşettiği mutluluğa nankörlük yapmadım. Onunla birçok şey yaşadık. Sarıldık, güldük, eğlendik, ders çalıştık… Sonunda da liseden beraber mezun olduk. Sınav sonuçları ikimizi de memnun etmediğinden mezuna kaldık. İşin garibi onun varlığı, özgüvenimi yükseltmeye yetmiyordu. Sanki üretildiğim iğrenç hamur benim kaderim gibiydi. Yine de büyümek bazı şeyleri aşırı abarttığımı görmemi sağladı. Mezuna kaldığım sene keman çalmaya başladım. Gayet yeteneksizdim. Keman çaldığım zamanlarda bana büyülenmiş gibi bakardı. Sırf o bakışları daha fazla görebilmek için kendimi bu işe adadım. Birden fazla hocayla çalıştım. Sonunda keman çalma konusunda bir seviyeye gelebildim. Bir yandan da üniversite sınavına hazırlandık. Aylar geçti ve sonuçlar geldi. Aynı şehirde, aynı üniversiteyi kazanmıştık. Ailemizin hali vakti yerinde olduğunu göz önünde bulundurarak bizi çok güzel zamanların beklediğini hissediyordum. Anksiyete krizlerimi zorla baskılayarak ehliyetimi de aldım. Babam da bana güzel bir araba hediye etmişti. Artık yalnızca güzel günleri düşünmeye başlarken hayat…’’
Ağzından hiç küfür çıkmadı. Fakat gözlerinden düzinelerce küfür savurduğunu hissedebiliyordum. Göz pınarlarından yaşlar hafifçe süzülmeye başladı. Buna karşın yüzü ifadesizliğini koruyordu:
‘‘Hayat geri durmadı. Yediğim bütün yumruklardan sert bir şekilde yumruğunu enseme indirdi. Bir gün evimde, üniversite için ev bakarken telefonum çaldı. Arayan kişi kızın herhangi bir yakınıydı. Bir araba kazasında öldüğünü söylediler.’’
Gözündeki yaşlar hızlandı ama garip bir şekilde yüzü hala ifadesizdi:
‘‘Detayları anlatmak istemiyorum. İnsanları üzmek hoşuma gitmiyor. Kötü işte, çirkin… Benden bile çirkin bir olay… O günden sonra mezarı başında bir yıl boyunca keman çaldım. Saat fark etmeden en çok bulunduğum alan mezarlıktı. Ailem beni oradan çekip çıkarmaya çalışsa da asla çıkmadım. Mezardan bana gülümsediğini düşlüyordum. Kış geçti, bahar geçti, yaz geçti… Her mevsim onun yanındaydım. İsyan da ettim tabi. Neden dedim, neden benim başıma gelir? Dünyada ölmeyi hak eden binlerce katil, hırsız, tacizci varken… Neden benim meleğimin kalbi durur? Fakat kimsenin umurunda değildim. Mezarına sarıldım, toprağını öptüm. Sonunda kendimden nefret ederek yanından ayrılmak zorunda kaldım. Dünya akışına devam ediyordu. Arabalar vızır vızır, insanlar aceleciydi. Acı, onu yaşayan hariç kimsenin umurumda değildi. Hatta yakınlarım bile bir noktaya kadar bana sabrettiler. Kemanımı sokaktaki herhangi bir çocuğa hediye ettim. Belki o yeteneklidir, ben değildim...’’
Güneş, ışığını acımasızca göndermeye devam ediyordu. Adam su şişemi aldı, içindeki suyu boşalttı, biraz portakal suyu doldurdu.
‘‘Lütfen bana eşlik edin.’’
Ne yapabilirdim ki? Bu adamı nasıl ret edebilirdim? Uzun süredir bankta duran bardağı aldı, şerefe dercesine kaldırdı ve kafasına dikti. Peşi sıra ben de şişeyi kafama diktim. Portakal suyu oldukça soğuktu ve iyi geldi. Adam ilk defa gözlerimin içine baktı:
‘‘Kemanım da gittikten sonra bir yıl, artı bir gün daha, bir tane daha… Olmadı işte saygıdeğer beyefendi. Yapamadım, meleğimi koruyamadım. Zaten hiçbir insanı koruyamazsınız. Ölüm adillik nedir bilmez, adidir. Şimdi size yaşatacaklarımdan ötürü sizden özür dilemek istiyorum. Ailem ve meleğimden sonra beni belki de can kulağıyla dinleyen tek kişi sizdiniz. Hayatımda belki de ilk defa bir kötülük yapmış olacağım. Bakın, sanırım içtiğim zehir kanıma karışıyor. Ayaklarım üşümeye başladı bile. Bu hayat denen şeyi başaramadım ben. Korkaklığımı hiçbir zaman yenemedim. Tek başıma ölmeyi bile göze alamadım ve intihar etmek için yanıma birini bekledim.’’
Durumu anlayamamıştım. Açıkçası aklımda başka bir soru dolanıyordu. Konuşma başından beri anlatılan yılları topladığımda karşımdaki adam en fazla yirmili yaşlarının başında olmalıydı. Fakat benden daha yaşlı gösteriyordu. Dayanamayıp sordum:
‘‘Yaşınız kaç?’’
Adam kıvranmaya başladı.
‘’22, portakal suyu, zehir…’’
Adam titreyerek banktan düştü ve birkaç saniye içinde hareketsiz kaldı. Tam o an bütün söyledikleri kafama dank etmişti. Portakal suyu, zehir… Kalbim hızlandı, başım döndü. Ayağa kalktım, birkaç adım attım fakat yürüyemiyordum. Bu herif tarafından zehirlenmiştim. Bacaklarım uyuştu, olduğum yere çöktüm. ‘‘İmdat!’’ diye bağırmak istesem de sesim çıkmadı. Yaşadığım her şey gözümün önünden bir bir geçiyordu. En çok da tam başardım dediğim an ölme hissi…
Uyandığımda hastanedeydim. Başımda hemşireler ve polisler dikiliyordu. Hemşire, polisleri odadan çıkardı ve başucumda dikildi. Heyecanla sordum:
‘‘Zehirlendim mi?’’
‘‘Hayır, yanınızdaki kişi zehirlenmiş. Siz muhtemelen şok geçirip bayılmışsınız.’’
Derin bir oh çektim. Hemşire konuşmasını sürdürdü:
‘‘Onu siz zehirlemediniz değil mi?’’
‘‘Asla!’’
‘‘Neyse şimdilik dinlenin, birkaç saate sorguya alınırsınız.’’
Garip hissediyordum. Çünkü parktayken neredeyse kalbimin duracağını zannetmiştim. Demek ki insan yeteri kadar inanırsa kalbini bile durdurabilir. Yavaşça gevşerken cebimde bir şeyin bacağımı tahriş ettiğini hissettim. Elimle şöyle bir yokladım, bir kâğıttı. Hatta bir mektup… Sakince okumaya başladım:
‘‘
Sevgili bay ya da bayan;
Size yaşattığım kötü deneyim için çok üzgün olduğumu belirtmek isterim. Umarım sağlığınızda herhangi bir problem yoktur. Zehir; portakal suyunda değil, bardağın içindeydi. Yalnız başıma ölmekten korkuyordum ki, siz bu mektubu okuyorsanız çoktan meleğimin yanına gitmiş olacağım. Hiçbir vasiyetim yok. Bu mektubu siz hariç kimsenin okumasını da istemiyorum. Ölürken bir insanı etkilemek istedim. Bu dünyada son kez, meleğim haricinde bir insanı etkilemek… Size belki hikâyemi anlatmışımdır. Anlatmadıysam da söylediklerime birkaç saniye kulak vermenizi rica ediyorum. Beni boş verin, bu dünyadan büyük bir zevkle göç ettim. Arkamdan kimsenin üzülmesini istemiyorum. Fakat tam ölmek üzere olduğum saniyeleri düşünüyorum ki, büyük ihtimal bundan pişman olmuşumdur. Bu zayıf insana asla merhamet duymanızı istemiyorum. Yalnızca şunu bilin, hayat her şeye rağmen güzeldir. Her seferinde bir adım daha atıp ilerlemek gerekir. Bir yerde takılı kaldınız mı, hayat bütün acımasızlığıyla üzerinize saldırır. Ve sizi darmaduman eder. Lütfen bir adım daha atın. Zorluklar duvar değildir, tümsektir. Ya da çukur… Tümsekse zıplayın, çukursa tırmanın. Hiçbir insan ya da olay unutulmaz olmasın. Sürekli aynı noktaya bakarsanız ne önünüzü ne de yanınızdan geçenleri görebilirsiniz. Siz benim gibi olmayın, başınızı dik tutun. Size yaşattığım korkuya gelince… Hayatın değerini fark edebilmek için, gerçekten ölümü hissetmiş olmak gerekir. Artık sanırım ikimiz de bunu hissettik.
Saygılarımla, Çirkin
’’