Yaşamın Kıyısında: Başkaldıran İnsan

Yaşamın Kıyısında: Başkaldıran İnsan

A+ A-

Hayata anlam katmak, yaşama devam edebilmemiz için en büyük motivasyon kaynaklarımızdan biridir şüphesiz. İnsanın gözlerinden hayat, olduğundan çok farklı bir yere evrilir. Yüzyıllar boyunca hayatı olduğundan farklı görme, hayata devam etme noktasında anlam arama çabası etrafında insanlar dini ve felsefi boyutta farklı farklı düşünceler ortaya atmıştır. Hayatı elimizdeki renklerle boyama arzumuz çoğu zaman yerini bulmuştur. Olduğu gibi bakıldığında oldukça sade, sıradan görünen şeyler elimizdeki bu anlam boyaları sayesinde en azından bizim gözlerimizde ışıldar. Fakat tam da bu ışıltılı sebepler yüzünden dünyanın aslında bir neden ve sonuç sirkülasyonundan ileri geldiğini, bizim yüklediğimiz anlamlardan bağımsız temel kurallar etrafında gezindiğini çoğumuz görmek istemeyiz.

Bu inançların, anlam boyalarının sadece günümüzde var olduğunu düşünmek büyük bir yanılgı olur. İnsan var olduğu andan itibaren var oluşunu ve var olmaklığında başına gelenleri anlamlandırmaya çalışmıştır. Örneğin Eski Yunanda doğal afetlerin meydana gelmesi demek, orada yaşayan halkın ahlaki çöküşü sebebiyle Tanrı tarafından cezalandırıldığının bir göstergesiydi. Veba, günümüze çok yakın bir tarihte gerçekleşmiş olan Covid salgınının aksine, bir hastalık olarak görülmekten öte eski çağlarda yine bir cezalandırma şekli olarak görülmekteydi. Aynı şekilde aksiliğin tam tersi şekilde sirayet eden olumlu bir olay, bir doğum, beklenmeyen bir bereket de orada yaşayan toplumun yine Tanrılar tarafından ödüllendirildikleri anlamı taşırdı.

Hatta bu anlamlandırma durumu, siyasetin kendisine kadar sirayet ederdi. Eski Mezopotamya’da bir kralın uzun süre tahtta kalması demek Tanrı Marduk tarafından desteklendiği anlamına gelirdi. Ki bu gibi bir inanış, Osmanlı Döneminde de etkisini sürdürmüştü. Osmanlı’nın kuruluşu dahi Osman Gazi’nin rüyasında bir ağaç ve ağacın dört bir yana yayılması metaforunun Osmanlı’nın dünyanın dört bir yana ulaşan büyük bir imparatorluk olacağı yönündeki anlamlandırmayla güç kazanmıştır. Aynı zamanda, Osmanlı padişahları rüyalar aracılığıyla tahta uygun görüldüklerini ya da kimin tahta çıkması gerektiği konusunda bir mesaj aldıklarını düşünebiliyorlardı.

Bütün bu tarihi arka planının yanında atalarımızdan miras aldığımız ve var oluşun kendisinde bulunan anlamlandırma çabası hala devam etmektedir. Çok şanslı bir günümüzdeysek cüzdanımızın içine yerleştirdiğimiz dört yapraklı yoncanın yardımını aldığımız, en güzel elbisemizin üstüne bir şey döküldüğünde bunun bize kem gözle bakan bir insanın nazarı olduğu gibi inanışlarımız varken birinin bize ‘bütün bunlar sadece olması gerektiği için oldu, senin davranışlarınla ya da varlığınla pek bir ilgisi yok’ demesi pek destekleyici bir yorum olmaz. Hatta oldukça keyif kaçırıcı olur.

İşte tam bu noktada keyif kaçırma rolünü Albert Camus ‘absürd’ kavramıyla üstleniyor. Absürd kavramı insanın anlam arayışıyla dünyanın anlamsızlığı arasındaki çatışmayı simgeler. Camus insanın kurduğu tüm anlamların dünyanın tepkisizliğiyle çarpıştığı noktaya absürd der. Bir duvara toslamak gibidir aslında. Anlamla boyanan hayatın hiçbir renkten ibaret olmadığını sadece ‘olduğunu’ bizim ise ona anlam atfettiğimizi savunur. Bir noktada da haklıdır, çağlar öncesinden bugüne baktığımızda insanlar tarafından kurulan anlamların yerle bir olduğu çokça görülmüştür. Örneğin eski çağlarda yerçekiminden habersiz biri elindeki vazo yere düşüp kırıldığında belki bir şeytani gücün aşağı itmesi, belki de yine Tanrı’nın gazabı olarak yorumlardı. Ama günümüzde bu düşüşün sebebinin Newton tarafından açıklandığını biliyoruz. Aynı şekilde deprem sarsıntısıyla evi yıkılan bir kişi, ‘Ne hata ettim? Neden cezalandırıldım?’ diye düşünürken bu durum yalnızca yer kabuğundaki tektonik bir hareketin sonucudur. Dünyanın bir hareketidir. Yer kabuğu tektonik hareket ederken söz konusu ev sahibine bir ders vermek gibi bir derdi yoktur. Yalnızca olması gerektiği için ve olması gerektiği gibi olmuştur, insan ise kendince bir anlam yaratır. Kendinden bir şey katar, ona ait bir anlam çıkartır ve buna inanır. Camus bir nevi evreni anlamlarla evreni konuşturmaya çalıştığımızı söyler, aslında evren sessizlikten ibarettir. Suskundur.

Bu durum bize, antropomorfizm kavramını hatırlatabilmektedir. İnsanların tanrılara insani özellikler atfetmesi olarak tanımlanabilecek olan antropomorfizm, Antik Yunanda oldukça hakim bir inanıştı. Homeros’un İlyada ve Odyssesia destanlarında da görüldüğü üzere Tanrılar tıpkı insanlar gibi aşık olur, kızar, pişman olur, yazgısını takip eder. İnsan kendi varlığını nasıl deneyimliyorsa etrafındaki her şeye de bu tanımları yakıştırmaktadır özünde. Aslında Camus’nün de anlatmaya çalıştığı ve belki de eleştirdiği nokta Ksenophanes ile benzer bir noktaydı. Ksenophanes “Eğer öküzlerin ve atların elleri olsaydı, Tanrıları kendi suretinde çizerdi,” diyerek insanın nasıl büyük bir yanılgı içine düştüğünü çok erken zamanlarda, çoğu kişi ondan farklı düşünürken göstermek istemişti.

Etrafımızdaki her şeyi bizim deneyimlediğimiz şekilde anlamlandırmamız esasında bir absürdü doğurur. Çünkü evren bizim bakış açımızdan çok daha büyük ve karmaşıktır. Evren üzerinden çıkardığımız anlamların bizden bir parça taşıması oldukça normaldir fakat bunu mutlak bir doğru şeklinde ele almamız kendi absürdümüzün doğumunu göremememiz, evrenin suskunluğuna sağır olmamız demektir. Bu da insanın yaşamının tam ortasında duran temel bir yanılgıya sebep olmaktadır.

İnsanın var oluşsal kaderi olan absürd kavramını kabul ettiğimizde, evrenin bizle konuşmadığını bizim bir kuklayı konuşturur gibi kendi ağzımızla ona ses olduğumuzu fark ettiğimizde, yaşamın anlamı nedir peki? Etrafımızda anlamlar yoksun bir dünya olduğunda biz hayatla nasıl bir ilişki kurabiliriz? Albert Camus buna üç şekilde cevap verebileceğimizi söyler: Hayatın bir anlamı yoksa söz konusun hayata son verebiliriz, anlam kalemlerimizle etrafı boyamaya ve kendi uydurduğumuz yalanlara inanmaya devam edebiliriz ya da hayatın tüm anlamsızlığına başkaldırarak yalnızca yaşamın kendisine saygı duyabiliriz. Camus hayatın anlamsızlığı karşısında hayata son vermeyi korkakça bir kaçış olarak görür. Hayatın anlamsızlığıyla yüzleşmeyi reddetmek, absürde karşı duramamak demektir. Kendi kurduğumuz anlamlarla, hayatın kendisiyle çelişmeyi de felsefi bir intihar olarak gördüğünden bu fikri de temelden reddetmektedir. Ona göre üçüncü seçenek olan absürdle yüzleşmek, evrenin sessizliğini kabullenmek ve tüm bu ön kabullerle hayatı kucaklayarak başkaldırmak en dürüst olanıdır.

Camus Sisifos Söyleni adlı felsefi denemesinde, temelde mitolojik bir hikayeyi absürd felsefesini anlatmak için bir metafor olarak kullanmaktadır. Sisifos Tanrılar tarafından cezalandırılan bir kraldır. Cezası da kocaman bir kayayı bir dağın tepesine kadar taşımaktır. Ama kaya her tepeye ulaştığında tekrar aşağıya düşer ve Sisifos kayayı itmeye en baştan tekrar başlamak zorundadır. Camus Sisifos’un bitmek bilmeyen cezasını hayata benzetir. Hayatın kendisine anlamlar yükleriz, hayatımızın temellerini bir işçi edasıyla atarız, bir kayayı tepeye iter gibi; fakat sonra hayatın anlamsızlığıyla yüzleşiriz, kaya tekrardan tepeden aşağı doğru salınır. Ve tekrar, ve tekrar…

Buradan bakınca Sisifos’un mutsuz olması beklenir. Tekrar tekrar çabalarının boşa gittiğini gördükçe hayatının bir önemi kalmamalıdır. Ama Camus’nün başkaldırısı tam da bu noktada devreye girer. Sisifos kayanın geri geleceğinin bilincindeyse ve bunu bildiği halde, ‘saçmalığa’ rağmen o kayayı ittirmeye devam edebiliyorsa işte o zaman absürde karşı başkaldırabilmiştir. Camus der ki ‘Absürdle yüzleştiği anda, Sisifos’un trajedisi zaferine dönüşür.’ Sisifos’u mutlu hayal etmemizi ister çünkü o tüm anlamsızlığın bilincindedir. Kayanın bir gün geri dönmeyeceğini umut ederek itmez onu ya da kayanın dönüşüne bir anlam yüklemez aksine her seferinde üst bir neden olmadan sadece öyle olması gerektiği için geri döneceğini bilir.

Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken adlı tiyatro oyununda, Estragon ve Vladimir, tıpkı Sisifos gibi, bir döngünün içerisinde hiçbir yere varmadan sadece Godot’yu beklerler. Başlarından geçen onca olay ve kişi onları bu bekleyişlerinden alıkoyamaz. Godot’yu beklemek, onların hayatlarının ta kendisidir. Bir anlam, bir sonuç, bir sebep olmadan Godot’yu ‘beklemek’ için beklerler. Sisifos’un bir kayayı itme hareketinin aksine beklemek aktif bir eylem gerektirmez. Sadece var olmayı gerektirir, sabırla her gün yeniden başkaldırarak orada bulunmayı gerektirir. Ama işin sonunda hepsi ‘absürd’lerinden onurlu bir varoluş bilinciyle, yani başkaldırmanın kendisiyle kurtulur.

Bekleyenler kadar bir kayayı tepeye taşıyanlar da işin sonunda başkaldırmaktadır ve buradan bakıldığında hayatın kendisinin anlamsız olması, bir mağduriyet değildir. Anlam beklemeden, umut etmeden şimdinin kendisinde yalnızca var olmanın keyfiyle yaşayabilmek, işte asıl beceri oradadır. Başkaldırı elbet bir isyanı da barındırır içinde. Ama bu isyan kişiyi tüketen değil kişiyi besleyen bir isyandır. Yeni yollar aratır, anlamsızlığa karşı evrenden bir ses duymayı beklemez.

O sesin kendisi olur. Duvardan çarpıp ona gelen değildir anlamın sesi, insanın kendinde yarattığıdır. Camus bu yüzden varoluşun en onurlu duruşu olarak gördüğü başkaldıran insanı; sanatçı, işçi, düşünen, sorgulayan herkes olarak görür. Hiçliğe rağmen ve hiçlik sayesinde üretmek. Anlamsızlık denizinde bir avuntu adası aramadan yüzmek. Bir kayayı taşımak, birini beklemek, her güne tekrardan başlamak… Hepsi aynı başkaldırının yansımalarıdır.

Camus Sisifos’u düşünürken onu çoğu kişinin aksine mutlu görür. Bizden de onu mutlu düşünmemizi ister. Çünkü aldanmanın rahat kollarına kendini bırakmamıştır. Her gün kayayı tepeye iten Sisifos ve her gün rutinlerimizi tekrarlayan bizler aynı isyankar bakışla duruyoruz evrenin anlamsızlığının üzerinde. Kendi absürdümüzü keşfettiğimizde başımız yerden kalkıyor bir anlığına, gülümsüyoruz ve direnmenin tadına varıyoruz. Her yıl, her ay, her gün, her saat, her dakika, her saniye: Tekrar ve tekrar.

 

 

13-05-2025