Mülk Ahlakı  - Daman Cansoy (Sosyolog )

Mülk Ahlakı - Daman Cansoy (Sosyolog )

A+ A-

Kıymetli okuyucuya öncelikle selam ve sağlıklar dilemekteyiz. Yazımızda, günlük yaşamımızda bol bol kullandığımız mülk sözcüğünün siyaset bilimi çerçevesinde edindiği önemli bir tümceyi, "mülk ahlakını", kavramsal çerçevede; tanımı, içeriği, taşıdığı anlam gibi ölçütlerle, Doğu Medeniyeti klasik siyaset düşüncesi üzerinden değerlendireceğiz.

Konunun temeli için terimlerin önce sözlük sonra terminolojik içeriklerine değinelim:

Ahlak kelimesi TDK tarafından: "Bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları..." şeklinde tanımlanmıştır.

Yada bir toplum içinde yaşayan insanların uymak zorunda olduğu, uyulmadığı taktirde yaptırımı yine o toplum tarafından uygulanan, doğru olduğu genel kabul görmüş, davranış, kural ve tutumlar olarak belirtebiliriz.

Siyaset biliminde mülk iki anlamı eş zamanlı kapsamaktadır:

- Yönetim

- Yönetimi sürdürme

Yani mülk hem bir yerde yönetimde bulunma/bir yeri yönetme hem de yönetimin sürekli olması yönetimde ara vermeksizin bulunmadır.

Siyaset literatüründe mülk ahlakı dediğimiz zaman kavram, yönetimin/idarenin yönetimi doğru yapması olarak karşımıza belirir. En yalın ve uyarlama şekli ile doğru yönetim olarak uyarlayabiliriz.

Siyaset biliminde devlet; toprak, insan topluluğu ve yönetimden meydana gelir. Bu üç öge bir araya gelerek devlet denilen mekanizmayı oluşturur.

Tarih üzerinden sabit olan bir nokta:  en genel tabir ile ifade edersek devletlerin parantez içinde kullanırsak: yıkılma sebeplerinin doğruluktan uzaklaşmaları olduğudur.

Yıkılma tabirini burada teknik bir kavram olarak değil hem yan anlamıyla hem de amiyane tabir ile kullanıyoruz.

Felaketlere uğramış, toprakları işgal edilmiş, savaşlara girmiş, hükümetleri devrilmiş, vb durumlarda milletlerin - eğer ki millet olma bilinçleri yüksekse ve yerleşikse - eylem seviyesi mücadele şuuru ile artarak kurtuluş mücadelelerini sağlar. Bu mücadele ruhu milli bilinç seviyesi ve milletin karakteri ile doğru orantılıdır. Bunun dışında dejenerasyon veya formasyon veya her ikisi birden başlayan kadar yüksek mefkurevi amaçlar ile kurulmuş siyasi örgütlenmelerde de bu bilinç hem yönetim/idare hem insan unsurunda yüksektir. Tarih boyunca genelde görüleceği üzere müstevli işgaller ile ziyanlar görmüş milletlerde bu ruh zirve noktasındadır. Bunun tarihte en değerli ve vurucu örneği Türk İstiklal Harbi, 1919-1938 arası yükseliş dönemi ve Atatürk'ün fevkalade nasihatı; Gençliğe Hitabesidir.

Bunun dışında Türk Milleti için, 1071 Malazgirt Savaşı ile başlayan kurucu dönem ve mülk ahlakının ve toplumsal ahlakın bir zirve noktası olarak Selçuklu Türkiyesinde Alaeddin Keykubat dönemidir. Devamında 1243 Kösedağ Savaşı ile başlayan ve yıllar geçtikçe ağırlaşan Moğol tahakkümü ve zorbalığı karşısında hem bu tahakküme boyun eğen ve millete layık olamayan idare hem de müstevli Moğollara karşı milli bilinç Kurtuluş, mücadele ve direniş azmi ile zirve yapmış, halk tabakasındaki tabansal, mesleki - ekonomik, toplumsal, moral örgütlenme büyük bir mülki ahlak olarak en belirgin şekilde Söğütte Osmanlı idaresi ve milli toplumsal sorumluluk ahlakı ile sahneye çıkmıştır ve Fatih Sultan Mehmet'in idareyi ve saltanatı mutlak tek elde topladığı, idarenin mutlaklaştığı 1453'e kadar, sonraları daha hızlı olmak üzere azalarak devam etmiştir. Şöyle ki Fatih idareyi tek ele alana kadar bütün padişahlarda halk tabakasının belirlediği/halkın sözcüsü konumunda bulunan kişi veya partilerin/oluşumların bir şekilde etkisi bulunuyordu. İdarenin toplumdan soyutlandığı, kendini ayrıksadığı bu tarihte bu vaziyet sonlanmıştır.

Şeklî tabiri ile Türkiye'de 1299-1453 arası idari zihniyet her ne kadar monarşi görünümlü olsa da idarenin yönetimsel sorumluluk bilinç ve ahlakının halkın katılımcılığı ile yüksek olduğu bir noktadır. Peki kime karşı bu sorumluluk yüksektir ? Parantez içinde belirtmek gerekirse sadece teorikte değil, pratikte de yüksektir. Bu sorumluluk idarenin insana "idari bakış açısının" farklılaşması ile 1453'ten önce, halk nezdinde Tanrı'ya karşıdır. Bu pratik aslında millet içindir. Ama sorumluluk hem millete hem tanrıyadır. Sorumluluğun dönemin idari zihniyetinden dolayı (Türklerde Kut anlayışı ile ilintili) Tanrıya olması vazifenin mutlak surette en doğru şekilde yapılmasını gerektirmiş, millete yapılacak bu kusursuz sorumluluk ve hizmet millete de aynı derecede sorumlu olunmasını zorunlu kılmıştır. Yani Tanrının millete en iyi şekilde hizmet edeceği için seçtiği, kusursuz hizmeti gerçekleştirecek yönetici, Tanrı tarafından millete hizmet için seçilmiştir. Yani temelde vazife millete, sorumluluk Tanrıyadır ve yönetici bunun bilincindedir. Fakat yukarıda değindiğimiz gibi aynı zamanda sorumluluk millete vazife Tanrıyadır. Karşılıklı kesişen bir eşgüdüm ve sonuçta tepede birleşmiş bir dikotomi vardır.

Topluma dönük millete dönük mülk ahlakında millete yönelik Tanrı buyruğu ile hareket edilir. Burada bahsittiğimiz buyruk bir kutsal kitap veya metin olmayıp İnsanın/milletin Tanrı tarafından yöneticiye emanet edilmesi ve kusurlu vazifesini uygun yerine getirmemesi halinde Tanrı'nın yöneticiden hesap soracağıdır. Tanrı'nın hesap sorması ise milleti oluşturan bireylerden herhangi birine yapılmış bir, "hakka girmek/hakka  tecavüz" anlamına geleceğinden yönetici için utanç vesikası olacaktır ve Tanrı ile beraber bu emanet edilen insan da hakkını soracaktır. Burada görüleceği üzere bir "hak" mefhumu ve bu mefhum üzerinde bilincini kurmuş bir idare ve halk ve halkın oluşturduğu insan ögeleri vardır. Yöneticiyi adaletsiz en küçük bir davranış ve tatbikattan ayıran bu hak ve hakka karşı sorumlu olma zihniyetidir. Bu ise düzgün idareciyi mülk ahlakının doğal bir sonucu olarak "Hikmet-i Hükümet" tümcesi ile ifade edilen akıllı - adil yönetimi uygulamaya gönüllü ve yükümlü tutmaktadır. Bahsettiğimiz Tanrı buyruğu "Tanrı'nın halifesi" olan "İnsana" bu kavramın yüklediği sorumluluk ile davranmaktır. Burada kısaca toplarsak, yönetimde adalet, doğruluk ve hak kavramları esastır. Siyaset biliminde "siyasetname" olarak bilinen birçok eser teferruatı ile ilgili konunun doktrinsel yönüdür.

Bununla ilgili Osmanlı idare anlayışının da 1453'ten itibaren kesin şekilde dahil olduğu eski iran siyaset anlayışından ve bundan oldukça geç bir tarihte, Tanzimat modernleşmesinin arfesinde Osmanlı anlayışından iki örnek vereceğiz:

300 Spartalı filminden tanıdığımız, Tanrı olarak tanıtılan, Pers Kralı Kserkses/Serhas aslında bir "tanrı değildi". Kserkses, Tanrı'nın, sonradan kendisine hesap sormak üzere, insana sorumlu kıldığı bir idareciydi. Doğrudan kendisinden dinleyelim:

Yüce Ahura Mazda, tanrıların en büyüğüdür. O, Yer’i yarattı, Göğü yarattı, İnsan’ı yarattı, insan için mutluluğu yarattı. O, geçerli tek bir kanun altında yönetilsinler diye Kserkses’i kral yaptı. Ben Kserkses, Ahameniş Kralı Darius’un oğlu, büyük ve geniş toprakların, , her türden  toplumların kıralı, krallar kralı, büyük kralların kralıyım. Kral  Kserkses (Assuérus) şöyle dedi: Kral Darius, babam, Ahura Mazda’nın lütfuyla çok sayıda iyi şeyler yaptı ve  yazılsın diye bu panoyu hazırlama emri verdi, fakat buraya  henüz bir kitabe yazılmamıştı, bu yazıtın yazılmasını ben emrettim. Mayıs (?) Ahuramazda  ve diğer tanrılar beni, krallığımı ve yaptıklarımı korusunlar. (https://anatolianscripts.com/script/kserkses-yaziti/)

 

Bu metin M.Ö 486-465 arasında hüküm sürmüş Kserkses'in bizzat kendi ağzından çıkan sözlerdir. Mülk ahlakının birçok yönden harikulade bir ifadesidir.

Öz olarak ifadesi şöyledir:  Tanrı mutlu olması için, kendisinden insanı yaratmıştır. İnsanın mutlu olması için, insan için de beni kendisine karşı sorumlu tutmuştur. Ben insanın mutluluğu için tanrıya karşı sorumluyum. Ben insanın mutluluğu için tanrıya hesap vereceğim.

Ancak bahsedilen bu sorumluluk, milyonlarca insanın sorumluluğudur ve göreceğimiz diğer noktalar sorumluluğun itiraf edilmesi hatta bu itirafın kayalara kazılmasıdır. Burada yöneticinin mülk ahlakına sahip olması zaten başlı başına bir değerdir. Bunu daha kıymetli yapan husus, bunun itirafı, daha da kıymetli yapan husus ise adeta, ben yanlış birşey yaparsam gelecek kuşaklarda bilsin der gibi kayalara kazınmasıdır. Mülk ahlakının en yüksek ve bariz bir ifadesini bu yazıtta buluruz.

Osmanlı döneminde ise bu zihniyeti, 19. yüzyılın inkılapçı padişahı II. Mahmut'a henüz şehzadeliğinde verilen aynı öğretide de görürüz:

"Dünyanın her şeyi fanidir, nihayet bulur. Ama ahiretin her şeyi ebedidir, nihayet bulmaz. Saadette bulunan saadette, hırmanda bulunan mahrumiyette ebedidir. Her bir insan kendi ettiğinden sual olunur. Ama padişahlar mülkünde ve cemi-i memalikinde mevcut bulunan ala  ve edna ve sagir ve kebir rical ve nisa ve ağniya ve fukaranın mecmuundan sual olunur ve hesap olunur. Bunların cümlesi taraf-ı haktan padişaha emanet olunmuştur. (Karal, Ever Ziya, Büyük Osmanlı Tarihi, C:1, S:142, Türk Tarih Kurumu, Tarihsiz)

Burada ilk cümlede özetle insan ne yaparsa onu bulur deniliyor. Konumuzla ilgili olan ikinci cümlede ise: padişahlar idarelerinde bulunan her tür insandan (üstün ve aşağı, kadın erkek, zengin fakir) hepsinden Allah'a karşı sorumludur ve bu sorumluluğunun hesabını verecektir deniliyor. Devamında bütün bu insanlar, tamamı, Allah tarafından padişaha emanet edilmiştir deniliyor.

Yukarıda verdiğimiz iki örnekte de zihniyet, sorumluluk ve ahlak anlayışı aynıdır. Gerek II. Mahmut'tan 2300 sene önceki zihniyet gerek 2300 sene sonraki zihniyet ve sorumluluk aynıdır. Bu sorumluluk; hem Kserkses hem  II. Mahmut için; "idareci, tanrı tarafından bütün bu insanlardan sorumlu tutulmuştur. İdareci tanrı karşısında topluma muamelesinden Tanrı'nın adaletine hesap vermekle sorumludur." şeklindedir.

Bu verdiğimiz iki örnek hem mülk ahlakının ne olduğu hem mülk ahlakının içeriği bakımından bariz birer örnektir. Bir diğer nokta insan için yapılacak eylemlerin bilincinde olunması ve sonuçlarının bilinmesidir.

Bu örnekler elbette siyaset yazınında binlerle ifade edilir. Ancak özet olarak mülk ahlakının, idare organının yönetilene yönelik hal ve hareketlerinden hesap verme bilincinde bir tutum ve bakış açısı olduğu ortaya çıkar. Şüphesiz bunun sorumluluğunun da idareci/yönetici tarafından taşındığı ve bu sorumluluk ile idarecinin hareket niyetinde olduğunu görürüz.

En içsel anlatımı ile mülk ahlakı Tanrı buyruğuna hizmetin "şevkette" (idarecinin yücelik ve ululuğunda) en üst noktaya ulaştığı merhaledir. Tanrı için insana hizmette fiiliyat, Tanrı halifesine, dolayısı ile Tanrı özü olan aleme/insana kusursuz hizmetin sağlanmasında bilinç taşıma ve bu yükümlülükle insan için aleme hizmetin yerine getirilmesi olup ahlak temeli; doğruluk, hak ve adalettir.

Mülk ahlakı Tanrının büyüklüğünü insana hizmette görebilen bir anlayıştır. Özveriyle, aleme bu hizmetin yerine getirilmesi ahlakıdır. Özünde "devletlû"nün yani idarecinin ahlak sahibi olması mülkte ahlak sahibi olmasıdır.

Devlette ahlak sahibi olmak mülkte ahlak sahibi olmaktır. İcabı da Tanrıya sorumlulukla hizmet ahlakını yerine getirmektir. Bu nokta devletin Tanrısal buyruğa hizmet ekseninde kurulduğunu ve tanrısal buyruğun sahipliğinde vekaletin (yani devlet vekaletinin) ve bunun sürdürülmesinin / kullanılmasının (mülkiyet) niçin gerekli olduğunu açıklar. Tanrı özünde dünyaya hizmet, Gazali felsefesinde dinin temel, devletin bekçi olması ile simge düzleminde dışavurulmuştur.

 


Kaynakça

Kaynaklar:

https://anatolianscripts.com/script/kserkses-yaziti/

Karal, Ever Ziya, Büyük Osmanlı Tarihi, C:1, S:142, Türk Tarih Kurumu, Tarihsiz

20-01-2022
Konuk Makaleler

Konuk Makaleler

info@medyacuvali.com

Diğer Yazıları

Bu yazılar da ilginizi çekebilir