Temel Sorunumuz
Bir geçmiş siyasetçimize atfedilen anektoda göre ‘Ülkemizde en çok ne yetişir ?’ diye sormuşlar, O da ‘Hain’ demiş.. Kamuoyumuzda da çok kabul gören bu tesbitteki gibi ülkemizden neden bu kadar çok hain çıkıyor sorusunun günümüzde çok iyi irdelenmesi gerekiyor. Bu konuda tarihsel bir mirasın varlığını düşünmek yanıltıcı olmayacaktır.
Türk insanının temel meselesi ülkeye aidiyet bağının zayıflığı ve buna sebep olan güvenlik sorunu, gecelek kaygısıdır. Sorun, temelde, Orta Asya dan getirdiğimiz göçebe kültüründen bir türlü kurtulamamış olmamızdan kaynaklanmaktadır. Orta Asya yaşamı kıt doğal kaynaklar üzerine kurulmuştur. Burada insanlar tarım ile yeterli artı değer üretip teknoloji geliştirmeye bir türlü kaynak ve zaman ayıramamış; yaşam, günü kurtarma telaşı içinde geçmiştir. Ancak nüfus artışı ile birlikte küçük gurupların üzerinde yaşadıkları tarımsal kaynaklar hızla tüketilip artan nüfusu besleyemez hale gelince bu topluluklar göç etmeye ve yeni kaynaklar bulmaya mecbur olmuşlardır.
Bölgede askeri güç ile kurulan devletler ya da birlikler, devlet işletmesinin kaynağını tarihi İpek Yolu gibi ticaret yollarından aldıkları vergilerle bir süre karşılamışlar, ancak bunlar da guruplar arasındaki kaynak mücadeleleri sonucunda çok uzun ömürlü olamamışlardır. Birlikte hareket edip, başkalarının üstünde yaşadığı alanları ve sahip oldukları varlıkları elde etme mücadelesi son derece zor bir yaşam tarzı olduğundan gurup içi çok güçlü bir aidiyet bağı ile, canı pahasına da olsa birlikte hareket zorunlu olmuş , gurup dışında kalarak yaşamak imkansız hale gelmiştir.
Birey, dışarıdan, ancak kendi gurubundan çok daha güçlü bir guruptan davet aldığı zaman ve sadakatini garanti etmek şartıyla karşıya geçmeye, saf ve gurup değiştirmeye kalkmıştır. Bu, kesinlikle bir gelecek garantisi, güvenlik arayışıdır. Yöneticiler de guruba aidiyeti kendi süreklilikleri için ödüllendirmiş , dışına çıkanlarıda yakaladıklarında çok ağır cezalandırmışlardır .
Aile ve kabile bazlı bu küçük guruplar da, aynı şekilde sığınabildikleri daha büyük organizasyonlar/devlet yapıları içinde ödüllendikleri sürece veya daha başka yaşam alternatifleri bulana kadar aynı yaşam tarzını bir başka ölçekte sürdürmüşlerdir.
Ana kültür Türk halkı, Asya’dan Anadolu’ya geldiğinde bu toprakların da kıt kaynakları nedeniyle aynı yaşam tarzını sürdürmek zorunda kalmışlardır. Ne zaman ki bu göç eden guruplar daha verimli topraklara geçmişler ve eski sıkı bağlara dayalı küçük toplu hareketlerle yaşamı sürdürmeye ihtiyaçları kalmamıştır, o zaman bulundukları ortama uyup içine girdikleri daha kalabalık guruplar içinde erimişlerdir. Bunun örnekleri doğuda Çin, batı da kuzey Karadeniz ve Avrupa ülkelerine göçüp yerleşenlerdir. Anadoluya gelen veya hala Orta Asya'da yaşayan guruplar çetin yaşam şartları ve bunun getirdiği sıkı topluluk bağları nedeniyle kültürlerini korumuşlardır. İlginç örnek olarak Çin’de kalan Türk guruplarından Uygurlar, Moğol’lar bugüne kadar kimliklerini korumuşlardır. Bunlar da, Uygur’ların Taklamakan Çölü, Moğolların’da Gobi Çölü etrafında yerleşmiş kısmıdır. Bir tarafları çöl, diğer tarafları da kalabalık düşman ile çevrilidirler. Maddi ve fiziki tehlike ile çevrili olduğu sürece gurup aidiyeti güçlü kalmıştır.
Anadolu’ya gelen guruplar Selçuklu ve Osmanlı birlikleri, hep daha verimli ve daha zengin topraklara gitmeye calışmış, genelde Avrupa yönünde yürümeye , yerleşmeye gayret etmişlerdir. Ama bu gerçekleştikçe de, yukarıda anlatıldığı gibi beraberinde zayıflamayı ve dağılmayı getirmiştir. Bu birlikler içindeki dinamik küçük guruplar ise fethedilen yeni topraklara üst yönetimlerin zorlamasıyla sürekli taşınarak göçebe yaşamı organize bir biçimde sürdürmeye devam etmek zorunda kalmışlardır. Yerleşip çevre ile kaynaşamayan bu küçük kenetlenmiş guruplar, üst yönetim tarafından gerektikçe askeri birlik olarak kullanılmışlardır.
Bu küçük guruplar, dağılma sürecinde, gidilen yerlerin eski sahipleri tarafından istenmedikleri için sonunda bir de geri göç ederek gene canlarını korumak zorunda kalmışlardır. Tek güvendikleri hep güçlü liderler ve onların vaatleri, yapabilecekleri de lidere ve guruba sadakat olmuştur.
Küçük gurupların göçü ve dayanışması yaşam tarzımız olarak çok değişik alanlarda da kendini hep göstermiştir. Örneğin yakın devirlerde köyden ve kasabadan şehre göçün hızlı yaşandığı yıllarda çekirdek ailenin taşınacağı kenti gezip kendisine nerede bir yaşam kurmanın uygun olacağını araştırması hemen hiç görülmez. Taşınacak aile veya birey hemen her zaman hemşehrilerinin olduğunu bölgeye ilk olarak taşınır. Bunun sebebi, gelecekle ilgili güvenliğini devletin değil, hemşehrilerinin elinde daha sağlam hissetmesidir. Esasen Türk halkının büyük kısmı devletini hiç bir zaman sevmemiştir. Devlet vergisini toplamış ama karşılığında vatandaşının refah seviyesini arttırmak ve güvenliğini sağlamak gibi temel görevlerini yerine getirmemiş, devleti yönetenler fethettikleri zengin toprakların içinde kısmen asimile olmuş, Türk halkını genelde sadece çiftçi ve asker olarak görmüş ve kullanmıştır. Vergiyi sadece kurallara uymak zorunda kalan bireyler ödemiş, devletin nimetlerinden ise hep yönetimlerin yakınları ve yandaşları yararlanmıştır. Halk hoyratça oradan oraya savrulmuş, sadece kul pozisyonunda kalmıştır. Sevgi değil korku ortamında yetişen yöneticiler ise, sadece korku saçmayı bilmişlerdir. Bu durum Cumhuriyetle birlikte biraz değişmeye başlamıştır.
Cumhuriyet ile Türk halkı kendi geleceğini kendi kurmaya , kollektif karar vermeye bir miktar yaklaşmıştır. Bir de gelişen dünya şartları artık göç etmeyi (işçi olarak Avrupa’ya gitmek haricinde) son derece zorlaştırmıştır.
Ancak bu devirde, zamanla kuruluş amaçlarından sapmaya başlamış, eğilim, yönetimi ele geçirmek ve mevcut pastadan ya da kıt kaynaklardan, daha büyük , daha sağlam pay alarak geleceği garanti edebilmek telaşına dönüşmüştür. Bu da gene güçlü aidiyet duygusu ile bağlı küçük guruplaşmalara yol açmıştır. Maalesef demokrasi deneyimimiz bunun sayısız örneği ile doludur. Hemşehrilikten siyasi guruplara, oradan da dini guruplara kadar saymakla bitmiyecek örnek şemsiye organizasyon oluşmuştur.
Diğer taraftan halkımızın bu kaygılarını iyi analiz eden dış emperyalist güçler de ülkeyi parçalamak ve kaynaklarımızdan pay alabilmek için bu yönümüzden yararlanma yoluna gidip guruplaşmayı aşırıya götürecek destekler vererek iç kavgamızı alevlendirmeyi , ülkeyi halkımıza parçalatmayı hedeflemişlerdir.
Bütün bu telaştan, kaygılardan ve kavgadan kurtulmamızın tek yolu, ülke yönetimini çok sağlam temellerde yeniden yapılandırmak, bireylerin kendilerini bütün diğer vatandaşlarla her yönetim altında eşit hissetmelerini sağlamak, yaşam garantisinin ülkenin birliği ve huzuru halinde herkes için aynı olduğuna halkı inandırmak, yaşam kalitesini arttırmanın tek yolunun daha üretici ve yaratıcı bir birey olmak olduğunu göstermekle mümkün olacaktır.
Ülke kaynaklarımızın yetersizliğini dış kaynak kullanarak bir ölçüde kapatmak, bununla ekonomide daha çok artı değer yaratabilmek , bunu yaparkende bireylere eşit güvenlik ve eşit fırsat vermek tek çıkar yolumuzdur. Bunu başarabilirsek aidiyet duygusunun sadece ülkeye yönelmesini sağlıyabilir, dış güçlere de mevcut zaafımızdan yararlanma imkanını vermeyiz.
Çok severek, kendimizi güvende hissederek, huzur ve gurur duyup bağlanabileceğimiz bir ülkeye sahip olmamız için bundan sonra önümüzdeki tek engel, bu ilkeler ile devleti yönetebilmek becerimizin eksikliği olacaktır. Hızlı, adil bir hukuk düzeni ve fırsat eşitliği, olmazsa olmazımızdır.
Yönetimi ele geçiren bireylerin kendilerini çok güçlü, yenilmez sanmaları en büyük ve yıkıcı yanılgı olur, çünkü tarihin o devri bitmiştir. Hitler. Tarihsel sosyal ve siyasal evrim sonunda hala eski düzende yaşamaya çalışmak, her ülke için intihar sonucunu yaratır. Rusya. Böyle bir gidiş sonunda ise, içimizdeki hainleri veya dış güçleri suçlamak sadece suçlayanları rahatlatır ama sonuç değişmez. Tek mesele, devletin nasıl yönetildiği meselesidir. Bu değerlendirme hatasını Osmanlı devleti için de bolca yapmaktayız. Şu padişah hainlik yaptı, bu padişah pasifti, şöyle tavizler verdi, böyle hatalar yaptı vb sıralayıp en tepedeki kişiyi suçlar ama sadece, işin temeline inemeden öfke kusarız. Aslında mesele sistem meselesidir, Osmanlı devletinin, kendisini tarihsel şartların getirdiği değişikliğe adapte edememiş olmasıdır. Sorun devletin halk tarafından değil, eldeki imkanlarla şişmanlamış az sayıda birey tarafından sahiplenilmiş olmasıdır.
Her bireyin kendisini güvende hissettiği hızlı, adil ve etkin bir hukuk düzeni, liyakatin önem kazanması ve beraberinde gelen fırsat eşitliğinin sağlanamaması halinde;
1- Halk, kendi adaletini kendi yaratmaya kalkar ki, bu anarşiyi getirir.
2- Ortamın müsait olmasından yararlanmak isteyen fırsatçılar ülkeye ve yönetim kadrolarına dolmaya, sonuçta ülke maddi kaynaklarını kendi şahsi çıkarları için kullanmaya başlar.
3- Artık düzelme ümidini kaybeden ve imkânı olan kitleler de ülkeyi terk edip, daha güvenli yerlerde yaşama yollarını aramaya başlar.
Bundan sonraki yazılarımda etnik milliyetçiliğin nedenlerini, son darbe girişimi olayını, tarihimizin ve kültürümüzün birkaç önemli noktasının yeniden değerlendirmesini ve bazı uluslararası dinamikleri detaylı olarak incelemeye çalışacağız.