Memleketimin Manzarası

Memleketimin Manzarası

A+ A-

Günümüzde halkımızı en iyi tanıyan kişileri sorsanız tereddütsüz iki kişinin adını veririm: Siyaset arenasında Recep Tayyip Erdoğan, sanat dünyasında da, Recep İvedik filmleri ile Şahan Gökbakar. Bu iki ismin yaptıklarını beğenin veya beğenmeyin, halktan aldıkları destek ve beğeni oranları çok net bir şekilde yüksektir.

Her iki isim de genelde aynı kitlelerden destek almakla birlikte aralarında gözleyebildiğim bir bağ da yoktur, aynı kitleye farklı açılardan farklı amaçlarla yaklaşmışlardır.

Ülkemiz siyaset dünyasına tarih içinde bakarsak şunları görmek mümkündür :

-Türkiye hiç  bir zaman bir Avrupa veya Asya ülkesi olmamış, hep göç yollarının üstünde ve çok farklı kültürlerin arasında kalmıştır. Dolayısı ile de ülkemiz, belki dünyanın tehlikelerle dolu, en çok değişiklik yaşayan coğrafyası olmuştur. Türkiye, ‘yüreğim ağzıma geldi’ sözünün yaratıldığı ülke olmuştur.

-Yazılı tarih sürecinde, bu değişim rüzgarlarının en fırtınalıları belki şöyle sıralanabilir; batıdan Hatti ve Luvi ülkesine Balkanlar üzerinden gelen göçler, sonra doğudan Perslerin gelişi, sonra batıdan İskender ve Roma’nın gelişi , sonra da gene doğudan Türklerin gelişidir.

-Türkler temelde göçebe, birbirini sevmeyen, birbirinden hep şüphe eden ama aynı zamanda geniş hoşgörülü ve adaptasyona da çok yatkın bir halk oldukları için, bulundukları zaman ve mekan içinde, hep karşılaştıkları ‘yeni’ lerden beğendiklerine yüzeysel olarak da olsa benzemeye çalışmışlardır.

-Bu adaptasyonlardan belki en zoru da Avrupalılaşma çabaları olmuştur. Bu çabanın çok çeşitli sonuçsuzluk nedenleri vardır, ancak bunlar, burada ele alınamayacak kadar uzundur. Önemli olarak not edilmesi gereken gerçek şudur : Batılılaşmayı, görünen yaşam standardı olarak algılamış fakat onu yaratan alt yapıyı hiç anlamamış ya da anlamaya çalışmamışızdır. Batılı toplumların temellerinde yatan ‘güçlü, detaylı gözlem’, ‘özgür ve analitik düşünme’ ile ‘yaratıcılık’a neredeyse hiç sahip olamadık. Batılı mantık, ‘madde’ yi hep inceleyip yaşamını daha konforlu yapmak için nasıl kullanabileceğini araştırırken, biz maddeye sadece bulduğumuz şekli ile keyif almak için bakmışızdır.

Dolayısı ile de örneğin; 90 yıla yakın süredir kurduğumuz sanayi tesisleri kapasitemiz, sınırımızda olan bütün ülkelerin toplam sanayiinden büyük olduğu halde sadece batıda üretileni daha ucuza burada üretmekten başka bir şey yapamamışızdır. Kendi yarattığımız, dünya piyasalarında işlevi ya da kalitesi ile yer tutan ürün sayısı yok denecek kadar az olmuştur. Çünkü sanayileşmenin temel yapısını bile anlayamamış, artı değeri, ‘daha ucuza üretebilmek’ şeklinde anlamışızdır.

Geçmişe de dönersek, çok çarpıcı bir örnek, Osmanlı’nın Avrupa kültürünü en iyi tanıyan sultanı olarak bilinen Fatih’in İstanbul’u aldıktan sonra kendisini Roma İmparatoru ilan etmesidir. Maalesef Fatih, Roma’yı bir coğrafya olarak algılamış, bir sistem olduğunu görememiştir. Sistemi göremediği için de o sistemin en önemli ayaklarından biri olan Roma Hukuku’nu incelememiştir. Osmanlı, Roma Hukuku’nu fetihten ancak 400 kusür yıl sonra Darülfünun’da 1860 larda okutmaya başlamıştır. Bugün de yararlandığımız Roma Hukuku’ndan İstanbul ile beraber yararlanmaya başlayabilseydik, bugün çok başka bir noktada olacağımız kesindi.

-Osmanlı devrinde başlayan batılılaşma çabalarının en hızlandırılmış  biçimi de  Cumhuriyet ile birlikte devreye sokulmuştur. Türk’lerin kurduğu önceki devletlerde, devlet yönetimi hep beğendikleri kültür merkezlerinin bürokratları ve sanatçıları (İran, Balkan ve Avrupa devşirmeleri) eliyle yürütülmüş, ilk defa Cumhuriyet döneminde değişim, devleti kuran, onun için hayatını veren  halka yansıtılıp, devletin yaşamı da bu halka emanet edilmiştir. Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal ve Arkadaşları’nın en büyük tarihsel devrimi de aslında budur.

Cumhuriyet devrinde başlayan hızlı değişim, belki dünyada ayakta kalmayı beceren en hızlı ve en köklü toplumsal değişim çalışmasıdır. Ancak maalesef bu değişim, geniş kitlelere tam olarak ulaşamamıştır. Değişimin ulaşamadığı kitlelere ulaşımı için Cumhuriyet kurucularının ürettiği en etkin proje de Köy Enstitüleri olmuştur. Ne yazık ki, II. Dünya Savaşının yaratttığı çok zor ekonomik şartlar sonrasında Marshall Yardımı adı altındaki maddi yardım havucu karşılığında Köy Enstitüleri kapattırılmış, proje yarım kalmıştır.

Batılaşma için değişim bir kesimde,  özellikle yeni entel kesimlere ulaşan maddi imkanlarla devam ederken, değişimin ulaşamadığı kesimler neredeyse aynı kalmışlardır, çünkü bunlar, arkadan gelecek geri vites opsiyonu, ‘demokrasi’ operasyonu için rezerve edilmişlerdir. Bugün büyük şehirlerimizde, en gelişmiş Avrupa kültür ortamına, entellektüel düzeyine gelmiş insanlarımızı, 18.yy Osmanlı entellektüeli, kasabalısı, köylüsü  veya Suriye’de biribirini boğazlayan  insanları ile, neredeyse yan yana oturur bulmak mümkündür. Bu, herkes için çok zor bir yaşam ortamıdır.

Değişimin hiç uğramadığı Osmanlı geleneksel kültür kesimleri içinde, asker korkusunun azalması ile, AKP rahatça zemin bulmuş ve onlara daha özgür, maddi olarak da daha zengin bir hayat vadederek iktidarı eline almıştır. Sonuçta AKP, bu kesimin, kendisine geçmişte zorla Avrupa gömleği giydirmeye kalkan asker kesimine tepkisinden yararlanmıştır. Ancak haksızlık yapmayalım, AKP iktidarı sürecinde, ülkede pek çok değişime karşıt oluşumların yanında, hedeflenen değişim yönünde de pek çok gelişme yaşanmıştır. Bu da, devlet aklının partilerden bağımsız olarak işlemeye devam etmesinin sonucudur. Bunların incelenmesi ayrı bir yazı konusu olacaktır.

Köy Enstitülerinin aslında hiç değinilmeyen bir yeni modeli, açılan çok sayıda üniversite ve genç neslin, üniversite eğitiminden geçmesi olmuştur. Köyden şehre yığılan kitlelerin çocukları bir  nesilde çağ atlamışlardır. Bunların hepsinin başarılı olması zaten beklenemezdi ama bu gençler arkada bir boşluk bırakarak başka bir çağa atlamışlardır. Arkada kalan bu ara eleman ihtiyacını şimdi de çeşitli başka sorunlar yaratarak göçmenler ile kapatmaya çalışmaktayız.

Burada, genç nesillerde, her tür bilgiye hızlı ulaşım, zamanında, nesillere yayılarak, tartışılarak ve sindirilerek yaşanmamış olması nedeniyle, kültürel değerlerde büyük bir karmaşayı da beraberinde getirmiştir.

Böylece bu acemi toplum, dış güçlerin etkisine de çok açık hale gelmiştir. Özellikle çocuklarımızın yaşamla ilgili değerleri, yönetilebilirlikleri ve tüketim alışkanlıkları konusunda çok yoğun ama masum görüntülü dış kaynaklı araştırmalar ve çalışmalar yapılmaktadır. Önümüzdeki bir iki nesil içinde, toplum, bu yollarla, şimdi hayal bile edemeyeceğimiz kadar etkilenmiş olacaktır.

Değişimi önlemek, Cumhuriyet’tin kurucu lideri Atatürk’ün isminin okul kitaplarında azaltılması ile hiç bir şekilde gerçekleştirilemeyecektir.. Zaten artık Atatürk ilkeleri diye çırpınmanın da bir gereği kalmamış, global iletişim ve etkileşim herkesi kendi rüzgarı altına almıştır. Ülke düzeni ve sosyal kontrat tasarımları çok başka detaylar içermektedir. Değişimi önlemek mümkün değildir, ama, soru kimin nasıl, ne kadar şekillendirebileceğidir.

İletişim teknolojisi ile gelen bu değişim, AKP’nin taban oy kitlesini zayıflatmaktadır ve şimdiye kadar kutuplaşma sonucu oluşan kitle konsolidasyonu da artık işe yaramayacaktır. Kanımca, partinin lideri de bu gerçeği görmüş ve yeni bir model olasılıklarını araştırmaktadır.

Önümüzdeki seçimlerden başlayarak AKP liderliği büyük ihtimalle kutuplaşmaya fren koyup, kapsayıcılık politikalarına yönelerek daha geniş kitlelere umut vermeyi deneyecektir. Bunu hem söylem düzeyinde hemde iktidarın nimetlerinden yararlanan kesimin genişletilmesi şeklinde görebileceğiz. AKP, yeni değişim politikalarına geçerken, bunu CHP nin çizgisine yaklaşarak değil, yeni bir ulusal bağımsızlık modeli etrafında yapacaktır.

Değişimin geniş kitlelere yayılamaması sonucu yarım kalan Cumhuriyet’in ‘Ulus Devlet’ projesi yerine yeni bir ulus devlet projesi ortaya konmaya çalışılacaktır. Ulus devlet kurulamadığı için bugün ülkemizin en büyük ortak paydası olarak kalan ‘din’i çok yakınında tutarak, ülkemizi parçalayıp sömürgeleştirmek hedefindeki batı emperyalizminden koruyacak bağımsız bir ulus modeli üzerinde çalışıldığı yönündeki işaretleri de bir süredir görmekteyiz.

Türkiye, bütünlüğünü korumak için ulus toplum olma sürecini tamamlamak zorundadır. Bunu da, bizi tekrar geri götürecek, İran tarzı, ‘din’ platformu üzerinde değil, Türk vatandaşlığı üzerinden yapmaktan başka şansımız yoktur.

Mevcut durumda, ülkemizde, algılanan batı tarzı modernite ile geleneksel kültürümüz arasında önemli bir fay hattı oluşmuş, geleneksel kültür kesimimiz içinde, feodal nitelikli ve değişime karşı bir duruş, yaşamaya devam etmektedir. Halkımız, hala ‘ülkesine’ elindeki ‘en büyük değer’ olarak sahip çıkamadığı için kolayca kişiler ve fikir akımları peşinde sürüklenebilmektedir.

Bugün TSK, FETÖ tarafından tuzağa düşürüldü derken hep yaptığımız gibi çok kısa geçmişli hafıza kullanmaktayız. Bir düşünelim: Cumhuriyetin kuruluşundan bir süre sonra, demokrasi denen sürece geçilmesi ve NATO’ya girişimiz ile, TSK başka etkilere girmemiş miydi ? 27 Mayıs  ihtilalini, 12 Eylül ihtilalini ve benzerlerini kimler hangi kesimlerin etkileri ile yapmıştır? FETÖ, acaba sadece çoktan yerleşik dış etkilerin yerel bir çatı altında son aşama organizasyonu olabilir miydi ? FETÖ’nun başındaki şahıs, bu organizasyonu kuran kişi miydi, yoksa son hamleyi yapıp devleti dağıtmaya hazırlanan yabancı güçlerin kurduğu yerel organize yapının başına getirilmiş miydi ?

Nato sonrası, TSK içinde bir kesim kolaylıkla ticaret hayatı ile yakınlaşmış mıydı ? Denetlenmesi zor bir kurum olan TSK’dan silah sistemleri satın alma yetkisi büyük ölçüde kendisinden alınıp neden sivil otoriteye devredilmişti ?

Gene ülke için hayati önemdeki adalet sistemimiz de, şimdi FETÖ den ya da siyasetten şikayet ederken, acaba daha önceleri de herhangi bir ideoloji ve ilişkiler ağlarından etkilenmiş miydi diye geçmişi bir gözden geçirmekte yarar vardır. Bazı sol akımlar, bu sisteme yerleşmiş miydi ? Bir insan hayatına sığmayacak hızda zenginleşen bazı kimseler bu sistemden yararlanmışlar mıydı ? Gerçekten adil bir yargı sistemine en son ne zaman sahiptik ? FETÖ öncesi herşey sütten çıkmış ak kaşık mıydı?

Ticaret, sanayi, sanat sektörlerimizde yabancı güçler tarafından eğitilmiş, madden varlıklı  ve dolayısı  ile güçlü hale getirilmiş insanlarımız yok mudur ? Etrafa dikkatle bir bakmak, analiz etmek gerekmektedir !

Daha gerilere de gidersek, ulus yaratma sürecinin bir gereği olarak vatanseverliklerini göklere çıkardığımız  o zamanki askerimizin yarıya yakını İstiklal Harbi sırasında cepheden kaçmış mıdır? Halkını çok iyi tanıyan Mustafa Kemal Paşa, neden ‘Sizlere ölmeyi emrediyorum’ demek zorunda kalmıştır ?

Kimseleri suçlamıyorum, öyleydi böyleydi demiyorum, sadece, bunlar akla gelebilecek sorulardır diyorum. Acaba biz ne zaman sütten çıkmış ak kaşıktık ?

Bu örnekleri çoğaltabiliriz.Ülkenin en eğitilmiş kesimlerinin bile kolaylıkla çeşitli akımlara ve kişilere kapılabilmiş olması; bir türlü bütünüyle ülkesine sahip çıkamayan, bu bilince ulaşamayan bir vatandaş topluluğunu anlatmıyor mu ? Hepsinin temelinde bu ülkenin değerini görememiş, anlayamamış, sahiplenememiş olmamız yatmıyor mu ?

Ülkemizin bugünkü dünya koşullarında en rahat ve en güzel yaşayabileceğimiz yer olduğunu görüp, ona bütünüyle sahip çıkıp, bu güzelliği geliştirmezsek emperyalist güçlerin çevremizdeki diğer ülkeler gibi bizi de parçalayıp süründüreceklerinden emin olmalıyız. Dolayısı  ile de bu konu hepimiz için bir ölüm kalım meselesidir.

Silahlı İstiklal Harbi kazanılmıştır, ama bu sefer düşman, zayıf yönlerimizi kullanarak sivil istilaya kalkışmıştır, dolayısı ile de her türlü pratik manada, emperyalizm ve küresel güçlere karşı İstiklal Harbimiz devam etmektedir ve bugünkü dünya düzeninde hep devam edecektir.

Medeni dediğimiz bazı toplumların bazı kesimleri yeni bir aşamaya geçmişlerdir. Bunlar, bizim onların sahiplendiğini düşündüğümüz pek çok insani değerleri artık taşımamaktadırlar. Bugün yapay zeka gelişiminde sözü geçen bazı kişiler, artık dünyada bu kadar insana ihtiyaç olmadığını, bunların çoğundan kurtulmak gerektiğini söyleyebilmektedirler. Söylemeden uygulayanlar da ayrı ve daha da çoktur. Bu insanların pratikte kafa kesen IŞİD üyelerinden hiç bir kişilik farkı yoktur ama çok güçlü olduklarından ve rahat eylem yapabildiklerinden, IŞİD’den çok daha tehlikelidirler.

Bitirmeden, ulus devlet yapısına çok çarpıcı ve taze bir örnek vermek istiyorum : İstanbul’da kurulan bir uluslararası sanat fuarına her yıl katılan ve gene  katılması beklenen Alman firmaların yöneticileri ‘Türkiye - Almanya ilişkilerinde sorunlar var, biz şimdi katılamayız’ demişlerdir. En kaygan kesim sanacağımız bu iş insanlarının ticari çıkarlarını bir kenara bırakarak ülkelerinin dış politikasına sahip çıkmaları ibret vericidir. Bildiğim kadarı ile durum değişmezse söz konusu fuara hiç bir Alman firması katılmamaktadır (2017). Roller değişse, kaç tane Türk iş insanın bu cevabı verip, bu tutumu alabileceği en önemli sorumuz ve bu yazının özetidir.

Aziz Nesin’i yanlış çıkarmak zorundayız, yoksa, sözle ve salt kahramanlıkla bu gemiyi fazla yüzdüremeyiz.

Guruplara ayrılarak, kendi kahramanlarımızı yaratıp, biribirimizi gagalayacağımıza, neler yapabileceğimiz konusunda fikir üretip seçeneklerimizi tartışmamız ve ortak hedefler üretebilmemiz gerekmektedir.

 

 

Not: 80 yıl önce yazılmış  ama kısmen bugün de yaşayan, Osmanlı toplumu sosyo-kültürel yaşam ortamını ve bugün gerçekleştirmeye çalıştığımız değişim ile aslında ne kadar çok mesafe kat ettiğimizi birinci elden görmek için MUTLAKA OKUYUN:

  • KUYUCAKLI YUSUF – (roman) - Sabahattin Ali, YKY
20/09/2017
N. Halil Uğur

N. Halil Uğur

Farklı Bir Bakış

Orta Doğu Teknik Üniversitesi–Elektronik Mühendisliği’nden mezun olmuştur. 1973 yılında bilgi işlem ve iletişim teknolojileri alanında kendi işini kurmuştur. 1980 – 1984 yılları arasında Harvard Üniversitesi’nde işletme eğitimi almıştır. Kurduğu firma, 1973 – 1991 yılları arasında Türkiye’ye bilgi işlem teknolojisini getiren, bu alanda yurt dışına hizmet de ihraç etmiş, ilk ve en büyük yerli sermaye kuruluşu olarak bilinir. 1991 – 1994 yılları arasında Türkmenistan’ın Ankara İstanbul fahri konsolosu olarak görev yapmıştır. 1994 - 2000 yılları arasında Türkmenistan’ın Washington büyükelçiliği görevini üstlenmiş ve bu süre boyunca Amerika’da yaşamıştır. Türkmenistan’ın Amerika’daki ilk büyükelçisidir. Aynı süreler içinde Kanada ve Meksika’ya da Türkmenistan'ın büyükelçiliğini yapmıştır. 2000 yılı sonunda Türkiye’ye dönmüştür. Dönüşünden sonra da çiftçilik yapmaya karar verip ziraat ile ilgili 1926’dan bu yana devam eden ziraat/gıda aile işlerini devir alıp Halil Efendi Çiftliği’ni kurmuştur. İş yaşamına devam etmektedir. Seyahat tutkusu fotoğraf sanatına olan ilgisini arttırmıştır. Fotoğraf çekmeye lise yıllarında başlamıştır. Ana ilgi alanı insan ve kültürlerdir. Fotoğrafları yurt dışında büyük ajanslarca da satılmaktadır.

Büyükelçilik anılarını 'Rus Tanzimatı ve Türkmenistan / Sıradışı Bir Büyükelçilik Serüveni' adlı bir kitap olarak yayınlamıştır.

halil@medyacuvali.com

www.medyacuvali.com/kategoriler/sanatci/halil-ugur