EY AHALİ, YOL BİTTİ, BURAYA YERLEŞİYORUZ

EY AHALİ, YOL BİTTİ, BURAYA YERLEŞİYORUZ

A+ A-

Türk halkı, bildiğimiz gibi Asyanın ortalarının biraz kuzey doğusunda, Altay dağları eteklerinde, fakir bir coğrafyada, bunun sonucu olarak da oldukça geç bir tarihte sahneye çıkmış ve zaman içinde artan nüfus nedeniyle, bulunduğu kıt kaynaklardan kaçarak önce güneye, sonra batıya hep akmıştır. Türk halkı deyince ırksal bir tanımlama değil, başta dil olmak üzere, kültürel yapıyı kasdetmekteyim, esasen ırk kelimesi bana hiç bir zaman hiç birşey ifade etmemiştir. Orta Asya’da hem yaşam şartlarının benzerliği hem de Türkçenin matematiksel, çok kullanışlı ve etkin bir dil olması, bu yürüyüşte, komşu halklarla kaynaşmayı kolaylaştırmış ve Türkler, Karadeniz’in hem kuzeyinden hem güneyinden Doğu Avrupa ve Anadolu’ya kadar göçebe ve mücadeleci bir halk olarak akmıştır.

Hazar gölü ve Karadeniz’in güneyinden akanlar daha şanslı olup İran devlet sistemi ile karşılaşmış, ona adapte olup kendi kalıcı devletlerini kurarak bugüne kadar gelebilmişler, ama kuzeyden gidenler kendileri gibi başka göçebe fakat çok daha kalabalık kavimlerle karşılaşmış ve onların içinde eriyip gitmişlerdir. Güneye Çin’e inenler de kendi devletlerini, varlıklarını yaşatmaya çalışmış ama büyük Çin kalabalığı içinde erimişlerdir. Sadece, Çin’in nüfus ile değil, istilacı olarak, ordu ile gelip hakim olduğu Uygur bölgesi bir miktar yaşantısını sürdürüp bugüne gelebilmiştir. Sadece ordu ile kalıcı olunamayacağını gören Çin de, şimdi orada nüfus dengesini değiştirme gayreti içine girmiştir.

Kültürü, yüzlerce hatta binlerce yıl içinde coğrafya ve onun sonucu ortaya çıkan yaşam biçimleri oluşturur. Demografik çevre hareketleri ve gelen inanç sistemleri de buna etki yapar. Kültürün oluşması uzun yüzyıllar alır. Söz konusu kitlenin başka bir coğrafyaya göçü sonucu olabilecek kültürdeki değişimler de aynı şekilde çok uzun yıllar alır. Bu değişimin yavaş olmasının temel nedeni, kültürel öğrenimin aile içinde sıfır yaştan itibaren başlaması ve çocuğun hayatının en başlarında bu eğitimi, silinmesi çok zor bir şekilde almış olması, sonra da kendi çocuklarına aynı etkenlikte aktarmasıdır. Aile içi etik eğitimin önemli bir aracı da bugün televizyon ve cep telefonu ile yer değiştirmekte olan masallardir. Devletler veya onları yönlendirenler de, kalıcı eğitimi ele geçirebilmek için, okul öncesi vb adlar altında, çocuğun en küçük yaşlarına girmeye çalışırlar.

Kültür, o kadar derin genlerimize işler ki, bunu bir örnekle göstermek istersek, mezarlara bakabiliriz. İslamiyet öncesi Türk mezarlarında mezar başına Balbal denen taşlar dikilir, bu taşlar, boyları, üstündeki oyma resim ve sayıları ile kişinin yaşamında yaptığı işleri ve kimliğini anlatırdı. İslamiyet ile gelen Arap kültürü yansıması ile bu gelenek bir süre kalkmış, ama Osmanlı ile geri dönmüştür. Osmanlı mezar taşları başındaki fes, sarık vb şekiller ve yazı ile kişinin yaşamında ne yaptığını, mesleğini anlatır. Gelenek, İslamiyet ile de uyuşarak geri dönmüştür. Mezar, bu dünyadan geçen kişinin ayak izi olmuştur. Cumhuriyet ile Osmanlı’dan kopma gayreti ile tekrar kalkan bu gelenek şimdi de, mezar taşına işlenen fotoğraf ile geri dönme çabasındadır. Çünkü Türklerde ölümsüzlük, aslında Tanrının bir parçası olmak, ve bu dünyadan sadece geçiyor olmak, ama geçerken de bir iz bırakmak esastır. İslamiyet içinde ürettiğimiz tasavvuf felsefesi de bunun bir yansımasıdır.

Eski çok tanrılı dine göre şimdiki tek tanrı inancı, daha baştan beri süren göçebe yaşam tarzımız ile de çok uyuşmuştur. Kabilenin tek beyi vardır. Yaşam, hiyerarşik düzende, iç içe kurulmuş çadırlar gibidir. En büyük çadır bütün varlığı yaratan ve tek koruyucu olan Tanrı, onun altında dünya yaşamında toplumu yöneten lider (padişah ve kulları tanımlaması), onun altında kabile beyi veya tarikat lideri, onun altında büyük ailenin en yaşlısı (kağan da, bey de, ihtiyaç duyduğunda ailelerin yaşlılarını ‘Yaşulu Meclisi’ adı altında toplar ve danışır, Orta Asya’da hala geçerlidir, köylerimizde yakın zamana kadar muhtara yol gösteren ‘İhtiyar Heyeti’ gibi) , onun altında çekirdek ailenin erkeği yer alır. Bu liderler hep kontrolleri altındaki birimin yaşamsal sorumlusu ve koruyucusudur, bu hiyerarşi içinde onlara güvenilir ve ne derlerse kesin itaat edilir. Atatürk de, Çanakkale’de buna dayanarak, askerlerine ‘size ölmeyi emrediyorum’ diyebilmiştir. Tarih içinde, başka hiç bir ülkenin komutanı böyle bir emir verememiştir.

Sonuçta, değişen şartlar içinde bile, kültürün kendisini çok uzun yıllar koruduğunu akıldan çıkarmadan bizim halkımıza bakarsak: “Türkler, hala göçebe kabile kültürünü hakim kültür olarak taşımaktadır“. Esasen Türkler, tarihleri boyunca, Cumhuriyete kadar da hep göç etmişlerdir. Bu kültürün en önemli iki özelliği ise :

       1.Hareket eden kabile sürekli savaş halindedir ve hayatta kalmasının, gücünü korumasının temel şartı, kabile içi güven ve dayanışmadır, bunun inanılmaz canlı bir örneğini son deprem olayında ülke çapında gördük. ‘ Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için’ sloganı bu olayı özetler. Deprem olayında gördüğümüz dayanışma hiç kimsenin beklemediği ve sanırım dünyanın hiçbir yerinde de görülemeyecek bir ölçekteydi, burası net.

       2.Kabilenin tek lideri vardır, onun da tek hedefi vardır : kabilesini daha güvenli ortamlara taşımak. Bu nedenle de kabile liderine tam olarak inanılır ve kesin itaat edilir. Lidere itaat, kabile yaşam mücadelesinin olamazsa olmazıdır. Esasen bu olgunun, devleti kuran Türklerin, Osmanlıda asker ve çiftçiden öteye gidememesindeki etkisi büyüktür. Sultanlar zenginleşip halktan farklılaşınca korkmuşlar, kendi kardeşlerini  bile öldürmüşlerdir. Çünkü en büyük baskı aracı, her zaman en büyük tepki tehlikesini de yanında getirir. Selçuklu hanedanını bitiren, son şehzadenin kendi veziri tarafından öldürülmesidir.

İşte günümüz dünyası ile bu ikinci özellik UYUŞMUYOR. Bir kere, herkesin birbirine ve liderine tam olarak inandığı bir ortam; standart sapmaya sahip, yeterli kültürel eğitimi alamamış veya bir sebeple bunun dışında kalmış, çevresini sömürmeyi, psikolojik tatmini, maddi kazanç vs elde etmeyi hedefleyen, o toplum törelerine göre ‘hasta’ bireyler için en verimli, en kolay yeşerecekleri, en verimli topraklardır. Tanımladığımız toplum yapısında, toplum zararlısı kişilerin ortamdan yararlanıp yaşam stantartlarının çok kolay geliştirebilmeleri, hayatı zor geçen geniş kitleler için, çekici bir örnek oluşturmaya ve o tarafa kaymalar olmaya başlar. Bir taraftan katılmaya çalıştığımız Batı kürtürünün, maddi varlıklara sahibiyete en büyük değeri vermesi ve bunun her türlü etkileşim yolu ile topluma işlenmesi de önemli bir etkendir. Bu resim de, toplumsal deyimi ile ahlaksızlığın normalleşip yaygınlaşmasına neden olmaktadır. Yozlaşmanın ileri aşamalarında böyle kişiler, zeki, becerikli, işini bilir, gibi övgü tanımları bile alabilmektedir. Çağımızın kurumu demokrasi ise; tarif ettiğim kültürel ortamda, yalana geniş kitlelerce kolay  inanılması ve bunu cezalandıran bir sistemin  olmaması nedeniyle  bu kişiler için inanılmaz bir yönetim gücü elde etme fırsatı da vermektedir. Sonuçta, elde edilebilen yalan sermayeli yönetim gücü ile günlük hayatta yalan ve hile bazlı kazanç yaratanlar bir işbirliği ve dayanışmaya girebilmektedir. Arada binalar yıkılınca hileyi görüyoruz, gıda konusunda biraz farkındayız, ama sağlığa zararlı boya ile üretilen kıyafetin kaç kişiyi kanser ettiğini hiçbir zaman bilmiyoruz. Halbuki bu güve, kumaşın her tarafını yemektedir.

Diğer taraftan gene göçebe kültürümüzün bir yansıması olarak halkımız hep, yaşadığı evine ve bu dünyadaki yaşamını da geçici bir konaklama mekanı görmüş ve çok önemsememiştir. Bir tarihte evimi  satarken gelen alıcı, ben evi methetmeye kalkınca bana ‘ başımızı sokacak bir gölge arıyoruz, hepsi bu ’ demişti.

Çin ile yaptığı savaşta yenilen ve ömrünün kalanını Çin sarayında konuk tutsak olarak geçiren, yanlış hatırlamıyorsan Uygur Kağanı, İl Tutmuş Bilge Kağan, kendisine ikameti için verilen hiçbir mekanda rahat edememiş, sonunda Çin sarayının bahçesinde bir çadır kurdurup ömrünün kalanını orada geçirmiştir. Aynı şekilde devrinin cihan hakimi Timur, çevreden ve özellikle İran’dan getirdiği sanatcılarla, başkenti Semerkant’ı devrin İslam mimarisinde Orta Asyanın yıldızı haline getirmiş, ama kendisi, ömrünün büyük kısmını, Semerkant’ta bile çadırda yaşayarak geçirmiştir. Osmanlı Sultanları da en güçlü devirlerini bir gecekondu mahallesi yapısındaki yap boz Topkapı sarayında yaşamış, ne zaman devlet zayıflamaya başlamış, o zaman gösterişli saraylar inşa etmeye başlamışlardır. Sonuçta saray, eksilen gücü ve özgüveni, gösterişle dengeleme aracı olarak görev yapmaktadır.

Ülkemizde, birçok elde olmayan ve aykırı nedenlerden ötürü, sosyal ve ekonomik bozulmanın kontrol altına alınmasını ve cezalandırılması sistemini kuramadığımız için olayı gözlemleyebilen kitlelerde geniş bir umutsuzluk oluşmuş ve hatta henüz enerjisi yüksek genç kitlelerde, ülkeyi terk etme düşüncesi bile yaygınlaşmıştır. Japonya, geleneksel kültürünü çok iyi koruyabildiği ve sapmaya izin vermediği için, orada, bazı detaylı kontrol sistemlerine gerek bile kalmamaktadır. İsmini hatırlayamadığım Japon uzmana televizyonda, ülkesinde müteahhitlerin neden malzemeden çalmadığını, bunu nasıl denetlediklerini sordukları zaman ‘denetlemeye gerek yok ki, çalmak insan hayatı demektir’ diye cevap verebilmektedir, çünkü orada her müteahhit hala geleneksel kültürün içindedir. Ama bizde, kültürümüzün denetimi dışına çıkmış çok sayıda müteahhit ve her konumda insan vardır. Bunları geri döndürmek artık mümkün olmayacağı için bizim de Amerika ve Avrupa hukuk sistemlerindeki gibi, bunlarla da uyumlu, etkin, hızlı bir yasa ve yargılama sistemi içinde, denetim ve cezalandırma alt sistemleri kurmamız gerekmektedir.

Halbuki bizim Dede Korkut kitabımızda anlatıldığı gibi aşırı maddi varlığa erişip toplumdan kopmayı önleyen, bunu yaşamda başarı kriteri olmaktan çıkaran bir sistemimiz de vardı ama zamanla karşılaştığımız Batı değerler sitemine dayanamayıp ilk yok olan oldu: Oğuzlar, batıya doğru göç eden kabileler halindeydiler. Bu göçleri sırasında elbette onları istemeyen başkaları ile karşılaşıyor ve onlarla savaşıyorlardı. Savaştıkları zaman karşı tarafı yenerlerse, kabile beyinin onay verdiği oranda karşı tarafı yağmalıyorlardı. Bu, karşı taraf için teslim olmayıp direnmenin cezası, kazanan taraf için de hayatını ortaya koyup savaşmanın ödülüydü. Elde edilen ganimetin bir yüzdesini de kabile Beyi alırdı. Tabi zamanla Bey zenginleşirdi ve de farklılaşabilirdi. İşte bu aşamada, duruma göre, belki yılda bir, çok etkin bir gelenek uygulanırdı : Buna ‘ Beyin evinin yağmalanması’ denirdi. O gün bütün kabile, beyin evini yağmalar, beyi tekrar sıfıra indirirdi….

Şimdi bir de siyasetçilerin başka hangi unsurlardan yararlandığına bakalım :

Fransız devriminden sonra, kültürel farklılıklara, ulus, millet gibi tanımlamalar getirilmiş ve bu guruplara genelde yaygın olarak, Avrupalılarca verilen adlar kullanılmıştır. Örneğin en eski olarak, Göktürk Hakanı, Orhun yazıtlarında, kendilerinden, ‘ Türk Budun’ diye bahsetmiştir ama kitle kalabalıklaşınca bireyler kendilerini kabile veya yaşadıkları yer adları ile tanımlamışlar, kimse kendisine ‘ben Türküm’ dememiştir. Bütünün tamamen dışında olan yabancılar ise onları genelde ilk bildikleri isimleri, ve dillerine göre guruplayıp adlandırmışlardır. Sonuçta bu adlar Fransız devrimi etkisiyle ulus adları olarak tanımlanıp bir anlamda futbol takımları kurulmuştur. Tabi bu adların en büyük kullanıcısı, kulüp yöneticileri, siyasetçiler olmuştur. Tel örgüler çekilip, maçlar da başlatılmıştır. Yalnız, halkın kültürel eğitimi içinde bu ulus tanımlamaları tarihsel olarak oldukça kısa bir geçmişe sahiptir. Etkinliği ikinci derecededir.

Birinci derecede etkin bağ ise ‘din’ dir, çünkü dinin geçmişi çok daha eskidir ve dolayısı ile kültürel eğitim sürecinde çok daha derin bir yer almıştır. Ayrıca bizde din, halkımızın kabile dayanışmasından gelen güven duygusunu da kullanarak derine yerleşmiştir. Hatta, başka bir millette var mıdır bilmiyorum, bizim halkımız anlamadığı bir dilde ibadet etmektedir. Bu, inanılmaz bir iyi niyet ve güven duygusu içermektedir. Türkler içinde Hazarlar, Museviliği din olarak kabul etmişlerdir. Uzun bir süre de varlığını sürdüren bu devlet sonunda İskandinav ve Slav kabilelerin istilası altında yıkılmıştır. Bu halk, istilacı halklar içinde erimiş, dillerini, kimliklerini unutmuştur. Ama bugün Kuzey Avrupa Yahudilerinin neredeyse tamamını, İsrail devletinin belki yarısını Türk kökenli ama Türklüklerini kaybetmiş bu halkın oluşturmakta olduğunu takip edebiliyoruz, çünkü dinlerini kaybetmemişlerdir.

Din faktörü, hem ulus faktöründen çok daha eskidir, daha yerleşiktir, hem de içinde bir de ilahi koruyucu, kabile yapısına paralel bir lider vardır. Esasen eski Türkler hakanlarının hep tanrısal bir bağ taşıdığına da inanırlardı. Dolayısı ile bilinç altımızda, kabile mimarisi ile ilahi varlık mimarisi arasında büyük bir paralellik vardır. Siyasetçiler, bizim yapımızdaki bir toplumda doğal olarak önce din, sonra da ulus, ya da milliyetçilik faktörlerini kullanmakta ve bununla çok kolay güç toplamaktadır. Araya Sosyalizm, Komünizm gibi geniş kitlelere pasta sözü veren akımlar da girmeye çalışmıştır ama ömürleri uzun olmamıştır. XVII. Türk Tarih Kongresine, Samarbeg Sırgabayev tarafından verilen bir tebliğ çok ilginçtir. Sovyetler birliğinden çıkmış Kırgızistan’da yapılan bir ankette, ‘Türk soylu halkların kültürel benzerlikleri nelerdir’ sorusuna verilen cevaplarda; birinci din, ikinci dil, üçüncü tarih geliyor. Anlaşıldığı üzere FETÖ, akıllı bir strateji ile kurgulanmıştı ve biz de onu uzun süre seyrettik hatta bir süre alkışladık.

Orhun’da, Bilge Kağan anıtında “ Üstte gök çökmedikçe, altta yer denizi delinmedikçe, ilini töreni kim bozabilir “ der, evet, kimse bozamadı, ama biz kendimiz bozduk….

Tabi burada bir ihtimali daha akılda tutmakta yarar var. Halkımız içindeki bu çok güçlü önce din, sonra da milliyetçi bağların varlığı, ülkemizi dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı olağanüstü dayanıklı, tek bir bütün yapmaktadır. Acaba bu kimliklerle karşımıza çıkan ve güven verip belli emanetler verilen bazı kişiler, bu bağların temel ilkelerine tamamen ters davranışlarda bulunarak, halkımızın bu duygularını, inançlarını ve sonuçta bağlarını zayıflatmak, bir anlamda toplumsal yapının temellerini koparmak ile dışarıdan görevlendirilmiş olabilirler mi ? Esasen, FETÖ bunun başka bir versiyonu idi. Çok sayıda İmam Hatip öğrencisinin ataist olabilmesi çarpıcı bir soru işaretidir.

Geleceğe bakarsak şunu görüyorum: Kültürel eğitimin gücünün, bu eğitimin çocukta çok küçük yaşta başlamasından doğduğunu söylemiştik. Şimdi, ise, biraz daha aşağı yaşlara inmeye çalışan devletin yanında yepyeni, daha güçlü bir etken, bir eğitim, büyük bir dalga halinde devreye girdi : Görünürde ABD liderliğindeki elektronik bombardıman, ortalama 2(iki) yaşından itibaren çocuklarımızın içinde. Internet ve ucunda bir cep telefonu. Bu olay, belki 20-30 yıl içinde bütün yeni nesilleri derinden etkileyecek. Hedeflenen insan modeli nedir, ayrı bir konu. Daha kısa vadeye bakarsak, bu değişimden kısmen zaten etkilenmiş olan kuşaklar, y, z .. ve benzerleri, önümüzdeki 5 – 10 yıl içinde yönetime gelmeye başlayacak. Bunlarda, kabile kültürü, güven, inanç vs hiç birisi olmayacak, bu insanlar güveni insanda aramayıp, sadece herkese güven ortamı yaratacak ‘sistemi’ kurmak peşinde olacaklar ve de kuracaklar. Ondan sonraki aşamada da, insanın sisteme köleliği devrine geçeceğiz ama ona daha var.

Buraya kadarı şimdilik yeterli, bence önümüzdeki on yılın sonunda Türkiye, (yakın zamanda İstanbul depremi olmazsa) dünyanın en keyifli yaşanan ülkelerinden birisi olacak, sabredin.

 


Kaynakça

Fotoğraf yazara aittir. 

06-03-2023
N. Halil Uğur

N. Halil Uğur

Farklı Bir Bakış

Orta Doğu Teknik Üniversitesi–Elektronik Mühendisliği’nden mezun olmuştur. 1973 yılında bilgi işlem ve iletişim teknolojileri alanında kendi işini kurmuştur. 1980 – 1984 yılları arasında Harvard Üniversitesi’nde işletme eğitimi almıştır. Kurduğu firma, 1973 – 1991 yılları arasında Türkiye’ye bilgi işlem teknolojisini getiren, bu alanda yurt dışına hizmet de ihraç etmiş, ilk ve en büyük yerli sermaye kuruluşu olarak bilinir. 1991 – 1994 yılları arasında Türkmenistan’ın Ankara İstanbul fahri konsolosu olarak görev yapmıştır. 1994 - 2000 yılları arasında Türkmenistan’ın Washington büyükelçiliği görevini üstlenmiş ve bu süre boyunca Amerika’da yaşamıştır. Türkmenistan’ın Amerika’daki ilk büyükelçisidir. Aynı süreler içinde Kanada ve Meksika’ya da Türkmenistan'ın büyükelçiliğini yapmıştır. 2000 yılı sonunda Türkiye’ye dönmüştür. Dönüşünden sonra da çiftçilik yapmaya karar verip ziraat ile ilgili 1926’dan bu yana devam eden ziraat/gıda aile işlerini devir alıp Halil Efendi Çiftliği’ni kurmuştur. İş yaşamına devam etmektedir. Seyahat tutkusu fotoğraf sanatına olan ilgisini arttırmıştır. Fotoğraf çekmeye lise yıllarında başlamıştır. Ana ilgi alanı insan ve kültürlerdir. Fotoğrafları yurt dışında büyük ajanslarca da satılmaktadır.

halil@medyacuvali.com

www.medyacuvali.com/kategoriler/sanatci/halil-ugur