
YOL AYRIMINDAKİ TÜRK TARIMI ve TÜRKİYE
YOL AYRIMINDAKİ TÜRK TARIMI ve TÜRKİYE
Seçim bizim…
Herkesin farkında olduğu gibi ülkemiz tarımı için alarm zilleri çalıyor. Bir zamanların dünyanın gıda üretiminde kendi kendine yeterli sayılı ülkelerinden olan Türkiye şimdi büyük bir tarım ürünleri ithalatçısı haline geldi.
Bunu nasıl becerdik;
İlk olarak, en büyük hatamız, miras yolu ile tarım arazilerinin bölünmesinin önüne geçecek, batılı ülkelerin yüzyıllardır uyguladığı yasal tedbirleri çok geç aldık. Elimizdeki tarım arazilerinin büyük çoğunluğu ekonomik üretim yapmaya imkan vermeyecek kadar küçük parçalara bölünmüş durumda. Bu nedenle de pek çoğu ekilmiyor, ekilmeyince herhangi bir vergi vb de olmadığı için pek çok mirascı, büyük şehirlere göçetmiş, bu tarlarları da ‘dedemden hatıra miras’ deyip, satmıyor, hatıra eşya gibi saklıyor, zaten küçük, fazla bir değeri de yok. Örneğin, benim ziraat yaptığım köyde bunu yaşıyorum, ekilebilir tarlaların belki %70 i boş duruyor, almaya kalkınca da varisleri satmıyor. Ya da fahiş fiyat isteyip, bunu bir fırsat olarak değerlendirmeye kalkıyor.
Tarlalar küçük ama insanlarımız ortak işletmeye, kooperatifleşmeye yatkın olmadığı ve bunun sağlam bir yasal altyapısı da olmadığı için her çiftçi kendi traktörüne, tarım makinasına sahip olmaya çalışıyor, bunun sonucunda da doğal olarak makina yatırım, amortisman ve dolayısıyla üretim maliyetlerimiz çok yüksek oluyor.
Diğer taraftan Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana tarım alanında inşa ettiğimiz ne varsa, yani bizi tarımda kendi kendine yeter kılan tüm alt yapı 1980’lerden başlayarak günümüze kadar tek tek tasfiye edilmiştir. Şeker üretim, tütün ve alkol üretim sanayimiz başta olmak üzere tarımsal ürünlerin işlendiği alanların, tohum, gübre ve ilaç üretiminin serbestleştirme adı altında, mevcut alt yapının dağıtılması ilk akla gelen örneklerdir. Sonuçta üretici yalnız bırakılmış , üretim destekleri kısılmış, ürün alan ve işleyen fabrikalar kapatılmıştır. Dünyanın en pahalı akaryakıtını kullanan, ithal gübre, ilaç, tohum ve makina ile üretim yapmaya çalışan, ürününü ise, gıda enflasyonunu yükseltmesin diye yok pahasına satmak zorunda bırakılan bir üretici modeli ile karşı karşıya kaldık.
Ekilebilir pek çok arazi de, yapılan kadastro çalışmaları sırasında varislerin yörede olmaması veya varis olduklarını kanıtlayamadıkları için, ya da ekim yapılmayan süreçte boş arazide orman oluşmasından dolayı kamu malı sayıldı. Devlet de, bu hataları biraz düzeltebilmek için bir ara kağıt üstünde devlete ait gözüken ama çiftçi tarafından en az 3 yıldır ekilen arazileri ‘eken’ çiftçiye uygun şartlarda satacağını duyurdu, müracaat topladı, sonra da hiç bir işlem yapmadı.
Bir diğer zorluk ve maliyet arttırıcı konu da üretimin dağıtımı sorunuydu. Kooperatifleşme, elektronik sistemler ve çeşitli dağıtım teşvikleri uygulamaya konmadığı için çitfci malını az sayıda tüccara satmaya mahkum kaldı ve tarlada öldüm fiyatına, diyelim 2 tl ye tüccarın aldığı ürün, şehirdeki pazarda 10 tl ye satılır oldu. Son satılabilir fiyatı tüketici etkilediği, ve aradaki nakliye maliyeti ve tekelleşmiş tüccarın kazancı da belli olduğu için geriye doğru sıkışan ve sonunda para kazanamayan çiftçi oldu.
Diğer taraftan çok önemli bir gelişme daha yaşanmaya başlandı: Sürekli dış kaynaklı ve planlı olduğuna emin olduğum şekilde, ülkemizde bir propaganda yapılmaya başlandı : ‘Bir kamyon domates satacağına bir tane dizüstü bilgisayar sat’. Bu düşüncenin yayılması ve devlet tarafından da benimsenir hale gelmesi sonucu, tarımın geliştirilmesi bir tarafa bırakılıp kırsaldaki genç nüfus sahillere turizm sektörüne ve fazlası da şehirlerde yeterli istihdam yaratacak sanayi olmadığı için inşaat sekörü teşvik edilerek kol işçisi olarak değerlendirilmeye çalışıldı. Bir taraftan da her köşede bir üniversite açılıp arkadan gelen genç nüfusun da, diploma alarak bir üst eğitim düzeyine geçirilmesine gayret edildi. Bir hayal de, zaman içinde bu mezunların önemli bir kısmının teknoloji geliştirip Türkiye’ye kendi deyimleri ile çağ atlatacağıydı! Bunun gerçekleşmesi için gerekli şartların olmamasından da, çağı atlayamadığımız gibi, bir de geride ara eleman açığı yarattık, rastgele yurt dışından getirdiğimiz göçmenler de bu konuya uymadığı için anormal işçilik maliyeti artışlarını da yaşadık.
İşçilik maliyet artışlarına bir katkı da; üretim artışı sağlamadan veya bunun yolları hazırlanmadan, siyasi oy kaygıları ile alınan taban ücret kararları ve bunların da sonunda enflasyon olarak piyasalara yansıması oldu.
Gözlemleyebildiğim kadarı ile kişi başı milli gelir düzeyini de dikkate alarak karşılaştırıldığında, dünyada tarım ürünleri üretiminde en pahalı üretimi yapan ülkelerden birisiyiz. Bunu örtmek için de tarıma devlet desteği veriyoruz, sonuçta hepsi enflasyon adı altında halka geri dönüş yapıyor.
Tarım ürünleri, yatırım yapmaya gerek olmayan, kolaylıkla ithal edilir ürünler kabul edilip kırsal müthiş bir ihmale uğramış ve genç nüfus buraları boşaltmış, köylerde, bir süre sonra zaten ziraati bırakmak zorunda kalacak olan 60 yaş üstü nüfus kalmış oldu. Tarımın devre dışı kalmasını daha da hızlandıracak bir şekilde ilk bakışta çok insani gözüken yaşlılık, fakirlik yardımı gibi uygulamalar getirilmiş, köyde kalan yaşlanmakta olan nüfusun çalışmasına da fazla gerek kalmamış, cami avluları veya kahvehanelerde sohbet ederek vakit geçirmeyi tercih eder hale gelmişlerdir. Kendi ihtiyaçları için evlerinin bahçelerinde ektikleri sebze meyve onların yaşam ihtiyaçlarını büyük ölçüde karşılamaya da yetmektedir.
Diğer taraftan, bütçe açık verince ilk tedbir olarak tarımsal desteklere de fren konmuş, bürokrasi arttırılmış, şartlar zorlaştırılmıştır. Örneğin son yıllarda yaşanılan enflasyonun en yükseklerinden birisinin yaşandığı 2019 yılında devlet; vergilerde bile %20 artış yaparken (her alana etki yapan rekor düzeyde enerji fiyat artışlarını hiç yazmıyorum) mazot-gübre desteğinde yüzde sıfır artış yapmıştır. Bu, tasarruftan öte, bir niyet sorgulatmaktadır. Türkiye’yi GDO lu tahıl ürünlerinde ABD nin, süt ürünlerinde ise Avrupa ülkelerinin üretim fazlasını tüketen bir ülke haline getirmek bize bunları empoze eden dış güçlerin bir hedefi olabilir mi sorusu doğal olarak akla geliyor.
Tabi bütün bunlar olurken düşünülmesi gereken, yurt dışarda çok önemli örnekler vardı ama göz ardı edildiler. Teknolojinin en üst basamaklarında at oynatan devletler, ABD, İsrail, Hollanda gibi ülkeler neden sürekli tarıma yatırım yapıyordu. Konya kadar büyüklüğü olan Hollanda dünyanın en büyük tarım ürünleri ihracatcısı, küçücük İsrail dünyanın en önemli tohum üreticisi olmuştu. Bu insanların diz üstü bilgisayar üretmeye akılları ermiyor muydu? Eriyor elbette, ama o alanda yarışmaya gerek ve imkan olmadığını da görmüş, dünya gıda piyasasını elinde tutmanın ne kadar büyük bir stratejik güç olduğunu da çok ama çok erkenden anlamış bulunuyorlardı. Gıda insanın olmazsa olmazı, her şeyden çok bağımlı olduğu güvenlik unsuruydu. Gıdayı sadece kamyonla taşındığı için bizimkiler küçümsemişlerdi! Oysa bilgisayarınız olmazsa yaşamaya devam edebilirsiniz, ama sağlıklı gıdanız olmazsa yaşayamazsınız. Çok basit.
Bizde köylerin boşaltılmasının arkasında bize bu telkinleri yapanların kafasında yatan uzun vadeli plan neydi dersek çok net. Düz büyük tarımsal arazilerimizi uluslararası büyük sermaye hakimiyetindeki şirketlere devredip onların üretim alanları haline getirmek, küçük engebeli arazilerdeki tarım alanlarının da kapanması, buralarada üretilen çeşitlerin ithal ürün olarak tüketilir hale gelmesi.
Sonuçta, enerji bağımlılığı üstüne, gelsin bir de, gıda bağımlılığı.
Net olarak özetlersek planlanan bu düzende sadece, düz ve geniş alanlarımızı ve biraz işçimizi aynen kurulu otomativ sanayiinde olduğu gibi uluslararası büyük sermayeye kiralamış olacağız. Bu türün hayata geçmiş örneklerini televizyon reklamlarında bir süredir görmeye de zaten başladık.
Bizde düz ve büyük tarımsal üretim alanları azdır, Adana, Konya, Bursa, biraz Ege gibi. Buna karşılık ülkemiz genelde engebeli ve mirasla bölünmemiş dahi olsa küçük ekilebilir alanlardan oluşur ve buralardan da ekonomik açıdan ancak yüksek maliyetli ürün elde edilebilir.
Halbuki Türkiye’nin burada akıllıca oynayabileceği bir rol vardır:
Türkiye endemik bitki türlerinde Avrupa’nın en zengin ve sanayi kirlenmesi en az ülkesi olup, bütün Avrupa’daki endemik türlerin yaklaşık yarısına sahiptir. Dünya gıda tüketimi her ne kadar büyük sermayenin elinde tekelleşmeye gidiyor olsa dahi her zaman çok büyük bir butik ve hatta organik gıda pazarı da beraberinde büyüyecektir. Bu da çok açık bir gerçektir. Türkiye dünya pazarlarına çok zengin bir çeşit sunabilecek ve artı değer elde edebilecek durumdadır. Bu da, büyük sermayenin yüksek hacimli üretim modeli ile baş etmesinin çok zor olduğu bir alandır.
Bu potansiyeli çok önceden gören büyük sermaye, bize AB mevzuatı üzerinden sertifikalı fidan ve tohum satışı zorunluğunu getirmiş ve yerli çeşitlerimizin kaybolmasını sağlamaya yıllar öncesinden başlamıştır. Tohum konusunda halkımız olayın farkına varmış, çoğu amatör çapta dahi olsa ata yadigarı tohumların bulunup, saklanıp canlandırılmasına çok olumlu bir yöneliş doğmuştur.
Fidan konusu maalesef, çok daha daha geride kalmış olup pek ele alınmamıştır. Bugün herhangi bir fidancının web sitesine girin, sertifikasız ürün satışı yasak olduğu için sadece sertifikalı ve hemen hepsi yabancı kaynaklı ürünler görürsünüz. Örneğin bundan 30 sene önce neredeyse 50 çeşit yerli kiraz bulmak mümkünken şimdi en fazla biri, ikisi yerli gerisi hepsi yabancı, belki anca 15 çeşit kiraz bulursunuz. Sadece ülkemiz orijinli fidan/meyve türlerimizin pek çoğu şimdiden kaybolmuştur. Ben şahsen, kendi alanımda, bundan 20 yıl önce yerli bir cinsle kurduğum ceviz üretim alanımı büyütmek için aradığımda şimdi bu cinsi hiçbir fidancıda bulamamaktayım. Piyasayı sadece yabancı, genetiği ile oynanmış bir iki markanın kaplamış olduğunu görmekteyim.
Ülkemiz zeytin çeşitleri açısından dünyanın herhalde en büyük zenginliğine sahipken, şimdi çok tanınmış bir İspanyol zeytin çeşidinin dahi ithal edilip ekilmeye başlandığını görmekteyiz. Bu zeytini binlerce dönüm tek parça arazilere eken ve tamamen makina ile işleyen bir İspanya ile bu zeytini burada ekip nasıl rekabet edeceğimizi hayal etmek dahi mümkün değildir. Trajikomik bir olaydır.
Sonuçta bizim arkamızı dayayabileceğimiz bir duvarı yıllardır usul usul yıkıyorlar ama daha yeterince farkında değiliz.
Diğer taraftan uluslararası büyük sermaye bir taraftan da tarlasız yapay ortamlarda tarım teknolojisi geliştirmeye çalışmaktadır. Henüz burada başarıdan uzaklar, enerji maliyet ve çeşit sorunlarını çözemediler, ama bir gün belki 15 belki 25 yıl içinde çözecekler. O zaman bizim düz, geniş alanlara da ihtiyaçları kalmayacak ama butik, doğal ve organik tarım ürünlerine insanlık var oldukca ihtiyaç ve bu tür gıda tüketmek isteyen geniş bir kitle her zaman olacaktır. Yeterli yasal önlemler de alınırsa bu tür ürünlerin hep yerel sahibine getirisi olacaktır.
Son yıllarda savunma sanayimizin ne kadar dışa bağımlı olduğunu yaşayarak gördük ve büyük bir yerlileştirme çabasına girdik. Ancak savunma için elimize yerli tüfeğimizi aldığımızda, arkamızda birilerinin gıda konusunda kocaman bir çukur kazmakta olduğunu da görmemiz ve gene gerekli savunma tedbirlerimizi hem de artık acilen almamız gerekir. Umarım bunu da yaşayarak görmeyiz. O çukur yeterince kazıldıktan sonra karşımızdaki düşman bize plastik mermi de atsa düşeriz. Bugün Avrupa’nın kanserojen diye yasakladığı bütün tarım ilaçları ülkemizde, her nedense, her yerde bulunuyor ve bolca kullanılıyor. ABD’nin, Avrupa’nın kendi halkına satamadığı GDO’lu ürünler bize gelip hayvan yemi yapımında kullanılıyor. Mesele, sucuğa domuz eti karıştıran üreticiden çok ama çok daha ciddidir. Oyun drama ama biz komedi kısmını seyrediyoruz.
Şimdi önümüzde yeni bir devir var. Kapitalizmin yıkılıp, yeni bir dünya düzeninin kurulmasının en başındayız. Ancak bu hiç kolay olmayacak. Kimse tahtını kolay bırakmaz. Bir savaş ortamına girmemiz çok olası, bunun sonuçlarını ise tahmin etmek şu an için imkansız. Büyük ipleri ellerinde tutanlar ve devletler daha akıllı ve sorumlu bir yaklaşım içinde olurlarsa çok uzun ve zahmetli bir sürecin sonunda daha güzel bir dünya kurulacaktır. Bu konuları önceki iki yazımda uzunca işledim.
Artık, ‘maddeye sahip olma’ hırsı pek çok insan ve özellikle yeni nesiller için bir şey ifade etmemektedir. İnsanlar daha sakin, doğa ile barışık bir yaşam sürdürmek istemektedirler. Şehirlere kat kat konserve gibi yığılmış insanlar artık doğa içinde sakin, sanatla, ziraatla veya iletişim teknolojisi imkanlarından yararlanıp dünyanın her yanı ile etkileşebilecekleri, ‘lüks’ kelimesinin anlam taşımadığı bir yaşam isteyeceklerdir.
Bu tür yaşamların kapıları açılıp, yönetimler tarafından gerekli fiziki, yasal ve kültürel altyapı sağlanabilirse dünya çok daha keyifli, agresif savaşlardan uzak bir ortam haline gelecektir. Burada önemli olan, mal ve bilgi akışının kolay olduğu bir altyapının hazırlanmasıdır. Alibaba'nın küçücük uzak doğulu binlerce üreticinin malını bütün dünyaya dağıtabildiğini unutmayalım. Şimdiden çok sınırlı başlamış olan şehirden doğaya taşınma, altyapının güçlenmesi ile hızlanacaktır. Gerekli altyapının nitelikleri, maliyeti ve nelerin ne gibi süreçlerde yapılabileceği kabaca bellidir.
Türkiye de; halkına, bu yeni düzende, benzersiz doğal, kültürel zenginlikleri ve farklılıkları ile güzel bir yaşam alanı sunabilecektir. Bunun yolu da, içimizdeki agresifleri ve ilkel hırsların sahiplerini, en azından önemli pozisyonlardan biran önce pasivize etmek, aynı zamanda, dışarıdaki uyanıkları da bizden uzak tutmaktan geçecektir. Çocuklarımız için başka da keyifli bir dünya alternatifi yoktur. Belki biz de birazını görürüz!
Uluslararası belirsizlik ortamı, aslında bize tarihi fırsatları da sunmaktadır.