ASYA’da TÜRK DEVLETLERİ ve TÜRK HALKI’nın DURUMU

ASYA’da TÜRK DEVLETLERİ ve TÜRK HALKI’nın DURUMU

A+ A-

Bizim devletimiz, kurucumuz Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’ sözünü uzun süre yanlış yorumlamış ve proaktif değil, reaktif bir dış politika izlemeyi, yani karşıdan olumsuz bir davranış  gelmedikçe etliye sütlüye karışmadan kendi sınırları içinde oturmayı ilke edinmiştir. Ancak, Kıbrıs olayları ile sulh ortamının ancak proaktif politikalarla sağlanabileceğini devletimiz de görmüş ve giderek artan bir şekilde bu tarz bir dış politika yapılanmasına yönelmiştir. Doğal olarak da bu gelişme ülkemiz üzerinde farklı beklentileri olanları da rahatsız etmektedir.

‘Türk Devletleri Teşkilatı’ yapılanması da, ülkemizin Asya’ya yönelik böyle uzun vadeli çeşitli yönleri olan bir hedef belirlemesidir. Ancak, burada bir etkinlik sağlanmasının çok güç olacağı düşüncesindeyim. Neden :

En basit ilk neden; biz bu coğrafyayı, oradaki kurulu düzenleri hiç bilmiyoruz. Bir birliktelik alt yapısını kurmak için gerekli yöre insanı ve kurumları ile yeterli kişisel ilişkilere, bağlantılara ve bilgilere de sahip değiliz. Kısacası, yöreyi ve dinamiklerini tanımıyoruz. Bağlarımız, maddi, pratik düzeyde olmaktan çok manevi, duygusal düzeyde. Bu da, niyet üretir ama sonuç üretmez.

Gelelim oralardaki var olan düzene;

Sovyetler Birliği, aslında tamamen Çarlık Rusya’sının yönetim değiştirmiş bir devamıydı. Başta yönetimdeki hanedanın Avrupa hanedanları ile karışıp millilik vasfını kaybetmesi, halklarından kopuk, sanki hanedanlar arası bir AB kurmuş olmaları, ve daha pek çok diğer nedenlerle yıkılmak üzere olan devletin imdadına Marx yetişmiş ve yepyeni bir platform olarak Komünizm üzerinde bir birlik sağlanmaya çalışılmış, yeni devlet de bu platform üzerinde kurulabilmiştir. Bundan önce de, bilindiği gibi Rus aydınlarının önce büyük bir Slav Birliği, o olmayınca, İstanbul’u da alıp, Bizans İmparatorluğu adı ile bir Ortodoks Hristiyan din platformu kurma teşebbüsleri olmuştur.

Tamamen aynı nedenlerle olmasada, yolun sonuna gelme açısından benzer bir durumda olan Osmanlı İmparatorluğu ise, başkentini Şam’a taşımayı dahi göze almış olarak, bir İslam Devleti platformunu denemeye çalışmış, ancak aynı yapı içinde, aynı yönetim tarafından getirilen ve beraberinde silahlı güç de kullanmayan bu proje inandırıcı olmamış, tutturulamamıştır. Oldukça gelişmiş sanayi tesislerine sahip o zamanın Rusya’sındaki işçi sınıfına sahip olmayan Osmanlı, Komünizm platformuna geçişi deneyememiş (bu, doğal olarak tarihi düşmanı Rusya’nın yanı başında güvenlik sorunları da yaratacaktı), çok akıllı bir yaklaşımla kendini yıkanların içine yerleşmiş, onlardan olacağını iddia eden, bugün sahip olduğumuz, batı dünyası içinde bir Cumhuriyet modelinde karar kılınmıştır. Osmanlı gibi bir tarım toplumu olan Çin’de Komünist ihtilalini bildiğimiz gibi Mao gerçekleştirmiş, adına ‘Kültür Devrimi’ dedikleri bu ihtilal de, ülkeyi bütün manevi değerlere karşı savaş alanına çevirerek çok sayıda vatandaşının hayatına mal olan, halkının geleceğini karanlığa sokan, kültürel değerlerinin çoğunu kaybetmiş, robotik bir toplum oluşturmuştur.

Rusya’da, Çin’de kendi halklarından milyonlarca vatandaşının hayatı pahasına bu geçişi sağlarken, Türkiye, büyük miktar toprak kaybederek de olsa en düşük insan kaybıyla geçişi gerçekleştirmiştir.

Sovyetler Birliği’ne dönersek, her ne kadar söz verilen sistem bütün halkların eşitliğini ilan ediyorsa da,  Orwell’in, Hayvan Çiftliği kitabında ‘Bütün Hayvanlar eşittir ama Domuzlar daha eşittir’ dediği gibi, Sovyetler Birliği’nde de, bütün halklar eşit, ama Rus’lar daha eşit olmuşlardır. Sovyetler içindeki bütün sözde cumhuriyetleri pratikte Ruslar idare ederken, bir taraftan yerel halk gündelik alt düzey işlerde çalıştırılır, diğer taraftan da yereller içinden Rus’lara yakın, seçilmiş kadrolar yetiştirilmekte ve bunlar, göstermelik de olsa  yönetim kademelerine getirilmekteydi. Hatta bunların, Rus eş ile evlenmiş, çocuklarının yerel dili bile konuşamaz olması tercih edilirdi. Elbette bu kademelere gelmeyi başarmış, ama oyunu iyi görüp kendi iç dünyasında ülkesine ve halkına bağlı kalıp çıkış yolu arayanlar da vardı. Ama, deyim yerindeyse onlar da, ‘kelleyi kaptırmadan yaşamak’ zorundaydılar.

Düzeni gösterecek şöyle çarpıcı bir örnek bekli durumun anlaşılması için yararlı olacaktır. Türkmenistan bağımsızlığını ilan edince ülkede bulunan Rus askerler silahlı kuvvetlerden ayrılıp ülkelerine dönmüş ve kalanlarla, küçük de olsa bir Türkmenistan  Silahlı kuvvetleri kurulmaya gidilmişti. Bu safhada fark edildi ki, yeni Türkmen ordusunda hemen hiç subay yok, Türkmen’ler hep erleri oluşturuyordu. Çaresizlik karşısında, birinci devlet başkanı Saparmurat Niyazov, ilk genel kurmay başkanı olarak bir avukatı atamak zorunda kalmıştı.

Sovyet tarihi boyunca Rus ırkçılığı o derece ön planda yer almıştır ki, yönetici kadrolar gibi, yerel halkların asimile edilip Rus’laştırılmasına da kalkışılmamış, ama onları boy, aşiret ölçeğinde küçük küçük, tek başlarına ayakta duramayacakları bölgelere ayırmış, sonuçta da, sürekli, Rusya’ya bağımlı birbirinden ayrı milletler oldukları propagandasını işlemişlerdir. Yönetim her fırsatta Sovyetler Birliğinin etnik olarak 120 civarında milletten meydana geldiğini ifade etmekteydi.  Şimdi Kazak, Özbek, Türkmen vb dediğimiz boy adlarına kültürel farklılıklar da katmak üzere alfabelerine şivelerinden esinlenmiş farklı harfler konmuş, giydikleri kumaşlar, bunların renk ve desenleri, yedikleri yemekler, kullandıkları müzik enstrümanları dahi farklılaştırılmaya çalışılmıştır. Sonuçta verilmek istenen manzara, (Older Brother) (Büyük Abi) dedikleri Rus halkı liderliğinde bir araya gelmiş bir sürü küçük halk topluluklarıydı. Tabi, ilk iş olarak da, en büyük topluluk, Türkler’den başlayıp, tarihsel isim ‘Türkistan’ bölge adını literatürden kaldırılıp yerine ‘Orta Asya’ ismini yerleştirmeye çalışmışlar ve bunda da uluslararası ortamda başarılı olmuşlardır.

Bu ırkçı politikalar nedeniyle de Sovyetler Birliği, söz verdiği ‘halkların eşitliğini ve kaynaşması’ nı gerçekleştirememiş, ABD benzeri yepyeni ve bütünleşmiş toplumsal bir yapıya ve kimliğe kavuşamamış, Sovyet vatandaşını yaratamamıştır.

Dini platformda ise, Müslüman kesimde, komünist ideolojin de katkısıyla, din uygulamasının azaltılması dışında fazla baskı uygulayamamışlar, ama kuzey bölgelerde, Sibirya içlerinde Şamanist inanç sisteminde yaşamakta olan Türk topluluklarının güney ile ilişkilerini en azda tutup, batı Rusya ile ilişkilerini geliştirmiş, bunların kitabı ve detaylı bir tarifi olmayan Şamanizm’den Hristiyanlığa geçişinde oldukça başarılı olmuşlardır. Bu sayede, zengin doğal kaynaklara sahip kuzey Türk’lerini güneyden koparıp kendilerine daha yakınlaştırmışlardır.

Sovyet dünyasında bir Türk insanına neredensin diye sorulduğunda tamamına yakın kişi, ben Kazak veya Özbek’im demez, ben şuralı, buralıyım diyerek bulunduğu oba, kasaba, şehir ismini verirdi. Hatta ilginç bir anım da şöyle olmuştur: Bağımsızlıktan az sonra Türkmenistan’da olduğum bir gün, ilk defa Türkmenistan – İran  milli takımları için bir maç organize edilmişti. Ben de izlemeye gitmiştim. Bir miktar İran’lı seyirci de gelmiş, yerel Türkmen’ler yanında, bir de orada inşaatlarda çalışan Türk işçiler maçı izlemeye gelmişlerdi. Maç başladı, doğal olarak bir milli maç kabul edilen karşılaşmaya gelen İran’lı seyirci her fırsatta İran takımı lehine, Türk işçiler de Türkmen takımı lehine tezahürat yapıyordu. Ama Türkmen seyirciden hiçbir ses çıkmıyordu. Türkmen Milleti bilincinin oluşmadığı bu seyirci, sanki Hindistan – Pakistan maçını seyrediyordu. Sonuçta durumu hiç anlayamayan Türk işçiler de bir süre tezahürat yapıp sustular ve maç, İran taraftarların coşkuları ile sürdü.

Türkiye’nin girişimleri ile toplanan Türk Devletleri Teşkilatı liderler toplantısında da bizim tarafın yukarıdaki Türk işçileri, diğer liderlerin de yukarıdaki Türkmen vatandaşları psikolojisinde olduklarını tahmin ediyorum. En canlı kanıt, Türkiye dışında bu liderlerin hiç birinin Karabağ savaşında Azerbaycan’a bir manevi sözlü destek dahi vermemiş olmalarıdır.

Sovyet ülkesi içinde seyahat ve yerleşim imkanlarının bir miktar özgür olması, insanların birbirleri ile iletişimde olabilmeleri, ‘ayrı milletler’ propagandasının çok etkin olamaması sonucunu vermişti. Bunu yanında Müslümanlık da etkin bir bağlayıcı platform oluyordu. Bu gerçek, Batı dünyası tarafından ‘Yeşil Kuşak; adı verilen bir proje dahilinde Sovyetler Birliği içinde bir karışıklık yaratmak için de kullanılmaya başlanmıştı.  Devletin de ekonomik olarak çöküntü içine girdiği bir devrede, 90 lı yılların başlarında, Sovyetler Birliğinin geçici dağılması projesi dahilinde, bu sınır bölgelerindeki sözde özerk cumhuriyetlere bağımsızlık verildi. Böylece de nüfusu hızla artan içerdeki Türk ve Müslüman büyük bir kitle sınır dışı edildi ama dizginler elde kalarak !

(Sovyetler Birliğinin batı cephesindeki gelişmeler Avrupa komşuluğu, demokratik yapılar gibi nedenlerle daha farklıdır, ancak bu yazımızın konusu dışında kalmaktadır.)

Doğudaki bu sınır bölgelerinin bağımsızlık kazanması sonucunda, yerel liderlerin kurulu düzen içinde ‘Sovyet insanı’, kişisel rakipler olarak yetişmiş olmaları ve devlet yönetim tecrübelerinin olmaması gibi nedenlerle hiçbir zaman birbirleri ile uyuma ve iş birliğine girememişler, genelde sürtüşmüşler, sonuçta da planlanan toplumsal ayrılık tam da Sovyet yönetiminin beklediği gibi, daha da derinleşmiştir. Diğer taraftan sınırların oluşmasıyla halkın seyahati ve birbiri ile teması da kısıtlanmış ve halk, tanımlanmış milli kimliğe verilen ‘fiziksel ve kültürel’ sınırlarına da hapsedilmiş oldu. Yakınlaşmanın tek destekçisi Türkiye idi, ama Türkiye de, durumu son derece geç algıladığı, doğru anlayamadığı, oralardaki yönetimleri halkın liderleri şeklinde hatalı algıladığı ve bu arada Türkiye’ye güveni sarsıcı bazı olaylar yaşandığı için çok geç kaldı.

Mevcut durumda, Rus’ların kurmaya çalıştığı ayrı milletler düşüncesi, bölgede yaşayan Türk Halkı arasında, temel bir varlık kesinlikle taşımamaktadır. Türk halkı hala bir bütündür ve aralarında bir kültürel ayrılık, bir sorun yoktur. (aslında bütün dünya halkları arasında da sorun yoktur, sorunları üreten, iktidarlarını korumaya ve büyütmeye çalışan yönetimlerdir demekte de yarar var). Bu bütünlüğe Türkiye’deki Türk halkı da dahildir. Türk halkının bu bütünlüğünü en derinden sağlayan ise Rus’ların uyguladığı baskı ve ötekileştirme politikaları olmuştur. Bu, aslında bir baskı ve tepki olayıdır. Ancak, esas sorun, bağımsızlık uygulamasına artık kısmen son vermek isteyen yeniden güçlenmiş Putin - Rus yönetiminin, kendileri açısından akıllı bir yöntemle geri dönmüş olmasıdır:

Bu ülkelerin hiçbirinde göstermelik seçimler dışında; demokrasi yoktur ve sonuçta halkın içinden çıkmış, halkı ile bütünleşmiş liderler de yoktur. Bunun tek istisnası Türkiye ve bir işgal yaşamış ve üstüne de işgaldeki toprağını kurtarmış olması nedeniyle bir miktar Azerbaycan’dır. Rus’lar bundan sonra istedikleri kişilerin iş başına gelmesini sağlayarak bu ülkeleri yönetmek isteyeceklerdir. Bu şekilde, söz konusu bölgeleri hem Rusya’nın güvenliği açısından, hem de bölge doğal kaynaklarının değerlendirilmesi açısından istedikleri gibi yönetebileceklerdir. İşgal altındaki bir bölgeden isteyebilecekleri her şekilde yararlanırken, bağımsızlık görüntüsü altında bu bölgelerin sağlık, ulaşım, eğitim vb gibi konuları ile ilgilenmek zorunda da kalmayacaklardır. Halk içinde tabanı olmayan liderlerin de değişimini istedikleri zaman istedikleri değişimi çeşitli yöntemlerle kolayca sağlayabileceklerdir. Yerel lider istese bile fazla kahramanlık yapacak imkanı da yoktur. Zaten Rus’ların, yerel düzenlerin her tarafına çok güçlü ulaşım ve etkileşimleri halen devam etmektedir. Burada biraz daha özgür ve ayakta kalma şansı olan tek ülke Türkiye ile yakınlığı nedeniyle Azerbaycan’dır. Akılda tutmamız gereken bir gerçek de, bu ülkelerin hepsinin denize kıyısı olmayan, karaya kilitli, Rusya ile Çin arasında sıkışmış ülkeler olduğudur.

Sonuç olarak kanaatimce, Türk dünyasının, benim için kültürel bir birlik demek olan Türklük  platformu üzerinde büyümesi ve güçlenmesi oldukça uzun bir zaman sürecine kalmış görünmektedir. Bu arada, yeni düzenlerin artık eskisinden çok daha kısa süreçlerde kurulabildiğini, ülkelerin dış etkenlere çok daha açık olduğunu, dünyanın iletişim teknolojilerinde çok hızlı gelişimler yaşadığını, genç nesillerin hayattan beklentilerinin çok başkalaşmakta olduğunu ve insanların eskisi gibi kapalı sınırlar arkasında anlatılan hikayelerle kalıplandırılamayacağını da hiç unutmamamızda yarar vardır. Rus’ların tarihte geri dönme çabasının da çok kolay ve uzun süreli olamayacağını düşünüyorum. Türkiye için söz konusu bölgede yapılması gereken, liderler Hindistan – Pakistan maçını seyrederken, yerel halkla doğrudan bağlarını güçlendirmeye çalışmak olmalıdır.

 

 

14-02-2022
N. Halil Uğur

N. Halil Uğur

Farklı Bir Bakış

Orta Doğu Teknik Üniversitesi–Elektronik Mühendisliği’nden mezun olmuştur. 1973 yılında bilgi işlem ve iletişim teknolojileri alanında kendi işini kurmuştur. 1980 – 1984 yılları arasında Harvard Üniversitesi’nde işletme eğitimi almıştır. Kurduğu firma, 1973 – 1991 yılları arasında Türkiye’ye bilgi işlem teknolojisini getiren, bu alanda yurt dışına hizmet de ihraç etmiş, ilk ve en büyük yerli sermaye kuruluşu olarak bilinir. 1991 – 1994 yılları arasında Türkmenistan’ın Ankara İstanbul fahri konsolosu olarak görev yapmıştır. 1994 - 2000 yılları arasında Türkmenistan’ın Washington büyükelçiliği görevini üstlenmiş ve bu süre boyunca Amerika’da yaşamıştır. Türkmenistan’ın Amerika’daki ilk büyükelçisidir. Aynı süreler içinde Kanada ve Meksika’ya da Türkmenistan'ın büyükelçiliğini yapmıştır. 2000 yılı sonunda Türkiye’ye dönmüştür. Dönüşünden sonra da çiftçilik yapmaya karar verip ziraat ile ilgili 1926’dan bu yana devam eden ziraat/gıda aile işlerini devir alıp Halil Efendi Çiftliği’ni kurmuştur. İş yaşamına devam etmektedir. Seyahat tutkusu fotoğraf sanatına olan ilgisini arttırmıştır. Fotoğraf çekmeye lise yıllarında başlamıştır. Ana ilgi alanı insan ve kültürlerdir. Fotoğrafları yurt dışında büyük ajanslarca da satılmaktadır.

halil@medyacuvali.com

www.medyacuvali.com/kategoriler/sanatci/halil-ugur