Aşkın Metafiziği
Schopenhauer’ın Aşkın Metafiziği (Die Metaphysik der Geschlechtsliebe) adlı eserinde ileri sürdüğü, sevginin zamanla tutkuya dönüşebileceği ve bu dönüşümün insanı doğasına aykırı, hatta kendine zarar verebilecek eylemler gerçekleştirmeye itebileceği yönündeki görüşüne büyük ölçüde katılıyorum. Bu düşünce, yalnızca bireysel deneyimlerle değil, tarihsel ve kültürel örneklerle de desteklenebilecek niteliktedir. Hatta, aşkın bu yönünün üzerinde geniş bir düşünsel uzlaşı — bir konsensus — sağlanabileceği söylenebilir. Bu bağlamda, İbn Sînâ’nın el-Kânûn fi’t-Tıb (Tıbbın Kanunu) adlı eserinde aşkın bir tür “hastalık” olarak ele alınması, bugünkü psikopatolojik yorumlarla da ilişkilendirilebilecek anlamlı bir tespittir. Aşkın ruhsal ve bedensel etkileri, kişinin iradesini aşan davranışlara sürüklenmesiyle birleştiğinde, onun salt romantik bir ideal olmanın ötesinde, derin bir insani mesele olduğunu göstermektedir.
Bu nedenle, sevgi ya da aşk kapsamında değerlendirilebilecek bu tür davranışlar ilk bakışta irrasyonel ya da anlamsız gibi görünse de, aslında insan doğasının karmaşıklığını ve varoluşsal boyutunu açığa çıkaran önemli fenomenlerdir. Bu yönüyle aşk, sanatsal üretimin merkezinde yer almayı hak eden, çok katmanlı bir olgu olarak karşımıza çıkar. Ancak, Schopenhauer’in iddia ettiği gibi bu durum yalnızca bir “istencin” tezahürüyle açıklanamaz. Sanat eserlerinde tutkunun ana malzeme olarak kullanıldığı görüşüne büyük ölçüde katılsam da, bazı eserler bu genellemeden ayrışır. Bu ayrım kendisini özellikle Genç Werther'in Acıları adlı eserde belirgin şekilde göstermektedir.
Schopenhauer'in Werther’i tam anlamıyla kavradığını düşünmüyorum. Nitekim Werther’i, aynı temaya sahip bir başka karakter olan Jacopo Ortis ile aynı düzlemde değerlendirmiştir. Oysa Jacopo Ortis, biçimsel olarak Werther’e benzese de, onun taşıdığı derin varoluşsal meselelere sahip değildir. Bu noktada “gerçek dert” ifadesini özellikle vurguluyorum; zira Schopenhauer’in sanatı gerçeğin bir taklidi olarak gördüğü yönündeki düşüncesi burada devreye giriyor. Elbette, gerçekliğe temas eden metinlerin daha güçlü bir etki yarattığına ben de katılıyorum. Ancak, Schopenhauer’in birçok düşüncesinde olduğu gibi, burada da intihar olgusunu merkeze alması meseleyi daraltmaktadır.
Aşkı, doğamızdan gelen bir dürtü olarak açıklamaya çalışan Schopenhauer, bu bağlamda Darwin'in evrim kuramına başvurur. Fakat bu açıklama, en az Werther üzerine yaptığı yorum kadar yetersiz kalmaktadır. İnsanların doğalarına uygun şekilde davrandıkları düşüncesi, intihar gibi insanın kendi varoluşuna yönelttiği şiddetli bir eylemi açıklamada yetersizdir. Darwin’in evrim kuramı, 19. yüzyılın bilim ve sanat dünyasında devrim yaratmış olsa da, her yeni paradigma gibi dönemin düşünsel atmosferine hızlıca entegre edilmiştir. Ne var ki, bu tür entegrasyonlar kimi zaman aydınlanma aklının yanlış uyarlamalarına da yol açabilmektedir.
Schopenhauer, aşkın neden bu kadar güçlü bir yaşantı olduğunu ve hayatımızda neden bu denli büyük bir yer kapladığını anlamaya çalışırken, dönemi için “popüler” sayılabilecek bir yanıt üretememiştir. Evrim kuramını referans alarak aşkı yalnızca biyolojik bir yönelime, yani cinsel çekime indirgemesi, aşkın derinliğini anlamakta ne denli başarısız olduğunu gösterir. Nitekim bu yaklaşım, insan doğasının karmaşıklığını göz ardı eden indirgemeci bir tutumdur. Belki de bu indirgemeci yaklaşımının arkasında Schopenhauer’in kadınlara ve ilişkilere yönelik olumsuz tutumu yatmaktadır. Bu bir suçlama gibi algılanabilir; ancak bunun cevabını aramak yerine, sevginin yalnızca cinsel çekimden ibaret olmadığını açıklamak daha anlamlı olacaktır.
Her şeyden önce, sevgi ve onun yoğun bir biçimde tezahür eden hali olan aşk, yalnızca bireyler arası romantik ilişkilere ya da karşı cinse yönelik bir yönelimle sınırlanamaz. Aşk, insanın herhangi bir nesneye, düşünceye, ideale ya da estetik bir forma yönelebileceği derin, yönlendirilmiş bir duygusal yatırımdır. Bu yönüyle aşk, yalnızca cinsiyet temelli bir dürtü değil; varoluşsal, estetik ve hatta metafizik bir yönelim olarak da değerlendirilebilir. Belki de aşkın “sonsuz” olarak nitelendirilmesi, onun bu çok boyutlu doğasından ve belirli bir nesneye bağlı kalmaksızın yeniden yönlenebilir olmasından kaynaklanmaktadır.
İbn Hazm’ın Tavḳ al-Ḥamāma (Güvercin Gerdanlığı) adlı eseri bu bağlamda dikkate değerdir. Eserde yer alan aşk hikâyeleri, yalnızca karşılıklı romantik ilişkileri değil, insanın imkânsız ya da ulaşılması mümkün olmayan şeylere duyduğu aşkın hâllerini de kapsamaktadır. Bu anlatılar, aşkın yalnızca bedensel ya da toplumsal normlarla sınırlı bir deneyim olmadığını; kimi zaman metafizik, kimi zaman da absürd sınırları zorlayan bir hâl alabildiğini ortaya koyar. Örneğin, bir yapının —bir duvarın— parçasına aşık olup onunla sembolik bir evlilik gerçekleştiren bir kadının hikâyesi, aşkın nesnesinin rasyonel açıklamalara her zaman indirgenemeyeceğini gösterir. Bu tür örnekler, aşkın yalnızca toplumsal kalıplarla tanımlanamayacak kadar geniş bir duygusal ve bilişsel yelpazeye sahip olduğunu kanıtlamaktadır.
İşte tam da bu noktada, Schopenhauer açısından açıklanması güç bir çelişki ortaya çıkmaktadır. Schopenhauer’ın Aşkın Metafiziği bağlamında referans verdiği evrimsel düşünce, onun tarafından daha ziyade teleolojik ve ilerlemeci bir çerçevede anlaşılmış görünmektedir. Yani, evrim onun zihninde canlıları yaşama daha sıkı bağlayan, türün devamını güvence altına alan ve yaşamı ölüme karşı güçlendiren bir mekanizma olarak konumlandırılır. Bu anlayış, özellikle 19. yüzyıldaki genel biyolojik paradigma ile paralellik gösterse de, mesele aşk ve partner seçimine geldiğinde ciddi bir içsel tutarsızlık doğurur. Bu bağlamda, özellikle “ölüm” olgusu üzerinde durmak gerekir.
Schopenhauer, insanın romantik ve cinsel partner tercihlerini evrimsel güdülerle açıklamaya çalışır. Ona göre birey, bilinçdışı bir biçimde türün en uygun devamını sağlayacak olan partneri seçmeye yönelir. Ancak aynı Schopenhauer, aynı zamanda aşkın ve sevginin — başka bir deyişle, bu partner seçimlerinin — bireyi kendi doğasına aykırı, hatta kendi varoluşunu tehdit edecek ölçüde yıkıcı davranışlara sürükleyebileceğini kabul eder. Nitekim Aşkın Metafiziği'nin çeşitli bölümlerinde, aşkın insanı mantık dışı kararlar almaya, hatta intihara varacak bir ruh hâline sevk edebileceğini öne sürer.
Bu durum, Schopenhauer’ın evrimsel açıklamasını ciddi biçimde zayıflatır. Zira eğer evrim, yaşamı koruma ve sürdürme yönünde işleyen bir mekanizma olarak kabul ediliyorsa, bireyin ölümüne neden olabilecek seçimler nasıl açıklanabilir? Tam da bu noktada, Schopenhauer’in evrim anlayışı tökezler. Onun benimsediği biyolojik evrim görüşü, özellikle Darwin sonrası gelişen çağdaş evrimsel biyolojiyle değil; daha çok dönemin popüler yorumlarıyla — örneğin Herbert Spencer’ın öncülüğünü yaptığı sosyal evrimcilik anlayışıyla — örtüşmektedir. Elbette Schopenhauer, aşkın ölüme yol açan eylemlerini doğrudan evrimsel bir çerçevede açıklamaz; ancak böyle bir açıklama girişiminde bulunacak olsaydı, büyük olasılıkla bu tür bir izaha başvurması beklenirdi.
Spencer’ın sosyal evrim kuramı, biyolojik süreçlerin toplumsal yapılara da yansıdığını savunarak evrimsel ilkelere ahlaki, psikolojik ve toplumsal değerler yüklemeye çalışır. Benzer şekilde Schopenhauer’in yaklaşımı da aşkı yalnızca türün devamı için bir araç olarak tanımlar; ancak bu yaklaşım, bireyin yaşamsal bütünlüğünü tehdit eden içsel çatışmaları açıklamakta yetersiz kalır.
Bana göre aşk, sadece evrimsel bir güdü değildir (elbette evrimsel süreçteki payı yadsınamaz); aynı zamanda varoluşsal ve psikolojik katmanlara sahip, karmaşık bir insan deneyimidir. Bu yönüyle aşk, yalnızca sanatın değil, bilimin de konusu olmalıdır.
Aşk sanatın her alanında karşımıza çıkar; ancak unutmamalıyız ki sanat dediğimiz şey, insandan zuhur eden bir olgudur. Aşk, tüm diğer duygularımız gibi ama onlardan çok daha fazla – hatta bana göre, tüm duyguların eşit kollu bir terazide birbirine baskın gelmesiyle ortaya çıkan bir hâl olarak – son derece kompleks bir yapıya sahiptir. Bu nedenle aşk, Schopenhauer’in yaptığı gibi indirgenemez; dahası, fikrin meşru bir aracı olarak tembelce, basit bir evrimsel paradigmaya sıkıştırılamaz.
Sefa Akyazıcı
sefakyazici@gmail.com