
Selçuklu Pragmatizmi
Türkler tarafından yazılmış ilk kapsamlı metin, anlatı M.S. 8.yy a ait, gururla andığımız Orhun Yazıtlarıdır.
Daha önceden kalan Yenisey yazıtları da vardır ancak bunlar çok fazla bilgi vermeyen bir kaç kelimelik ya da satırlık, çoğunlukla mezar taşı niteliğinde yazıtlardır. İlginç bir şekilde çoğunlukla, ölenin, yaşama doyamadığını anlatırlar.
Orhun’dan önceki tarihimiz hakkındaki bilgileri genelde Çin ve Roma kaynaklarından almaktayız ki, bunlar da M.Ö. 3.yy dan geriye gitmez.
Orhun yazıtlarında II. Göktürk İmparatorluğu kağanları Bumin ve kardeşi Kültigin, kağanlıkları süresince neler yaptıklarını ve bundan sonrası için de halklarına öğütlerini anlatırlar. Devrin Göktürk veziri Bilge Tonyukuk da, kendi yazıtında yapılanlar hakkında detaylar vermiştir.
Biz bu yazıtlarla gurur duyarız ama o tarihten bin üçyüz yıl kadar önce, M.Ö. 5.yy da İran, Achaemenid İmparatoru Darius da, kendi yaptıkları ile ilgili benzer anlatılarda bulunmuş, bunları taşa yazdırmıştır. Daha sonraları ise, gene bizden 7 küsur yüzyıl önce, M.S. 1.yy başında Roma İmparatorluğu kurucusu Augustos da benzer şekilde yaşamını ve yaptıklarını taşa yazdırmıştır ve hatta bunun en sağlam kalan kopyası da bugün Ankara’da Hacı Bayram Camii bitişiğinde, Agustos mabet kalıntısındadır. Bir önemli gerçek de, bu imparatorların yazıtlarını yazdırırken mühendislik ve mimari içeren taş binalarda oturduğu, bizim kağanların ise kıl çadırlarda göçebe hayatı sürdürdüğüdür. Zaten anıtları da, Çinli ustalara, Çin İmparatorunun hediyesi olarak yazdırmışlardır. Bu, kötü değildir, ama birazdan göreceğimiz gibi, akılda tutulması gereken bir gerçektir.
Ana unsur Türkçe konuşan halklar, bilebildiğimiz kadarı ile ilk, M.Ö. 3.yy da, kuzeye genişleyen Çin’e karşı örgütlenip savunma ve saldırıya geçmek üzere devletler kurmaya başlamışlardır. Bunların bilinen en eskisi de Hun’lardır. Bu devletler hep güçlü bir liderin etrafında toplanan kabileler birliği şeklinde oluşmuş, lider ölünce ve hatta sağlığında da yönettiği topraklar genelde ya çocukları arasında paylaşılmış, ya da taht kavgaları yaşanmış ve sonuçta bu birlikler hep kısa ömürlü olmuştur.
Örneğin M.S. 4.yy da büyük Hun İmparatoru Attila, kardeşi Bleda’yı öldürerek imparatorluğu ele geçirmiş, askeri büyük başarılar elde etmiş, Roma’ya kadar gitmiş, ölümünden sonra ise oğullarının biribirleri ile iktidar kavgası sonucu imparatorluk yıkılmış, kısa sürede yok olmuştur.
Türkler ile aynı coğrafyadan daha sonra çıkan Moğollar da bir insanın hayatı içinde, Cengiz Han yönetiminde, tarihin en büyük imparatorluğunu kurmuş sonra da birkaç nesil içinde tarihten silinip gitmişlerdir.
Orta Asya’dan çıkıp benzer yaşamlar sürdüren bu kavimler içinde bir tek Selçuklular ve onların devamı olan Osmanlılar, farklı bir yaşam, uzun bir süreklilik kurabilmişlerdir. Horasan’dan İran’a giren Selçuklu’lar çok eski, daha önce hiç karşılaşmadıkları bir medeniyet, devlet düzeni, kültür ve sanat ortamına sahip bir ülke ile karşılaşmışlardır, İran.
İşte burada Selçuklu, ülkeye girip her tarafı ele geçirip kendi geleneksel düzenini kuracağına, gene kendi devletini kurmuş, ama İran’lı bürokratları, sanatçıları, tüccarları kendi devlet sistemi içine dahil etmiştir. Yani, kendi uzmanlığı dışındaki bütün konu uzmanlarını devşirip kendi devletinin inşasında ve devamında kullanmıştır. Bu pragmatik yaklaşım, hepimizin hayatını etkilemiştir. Göçebe bir kabile yaşamından, İran’ın binlerce yıllık devlet geleneği, kurumları, kültür ve sanat yaşamına geçilmiştir. Gelen yeni göçebe unsurlar, yani Türkler, yeni devlet içinde ağırlıklı olarak barışta tarımla uğraşan köylü, savaşta da asker olarak yer almışlardır. Bu düzen o kadar açıktır ki, Selçuklu devletinde orduda kullanılan dil Türkçe, devlet yönetiminde kullanılan dil ise Farsça olmuştur.
Selçuklu kurucuları bu pragmatik yaklaşıma nasıl girebilmişlerdir bilmiyoruz….
Ancak bilmekte yarar olan bir konu şudur : Kabilenin bilinen ilk başkanı Selçuk Beyin babası Emir Dukak, Yahudi dinini kabul etmiş olan Volga boyundaki, gene Türk asıllı, Hazar’ların hakanının yanında önemli bir bey olarak bulunmaktadır. Dukak ölünce Hazar hakanı Selçuk’u yanına almış, sarayında büyütmüştür. Selçuk Beyin oğullarının adları ilginç bir şekilde Mikail, Musa, Yusuf ve İsrail’dir. Selçuk Bey, Hazar’lardan ayrılıp Maveraünnehir’e göç etmiş, burada Müslümanlığı kabul etmiş, Mikail’in oğulları Tuğrul ve Çağrı beyler de daha sonra 1033 de Horasan’a yerleşip Selçuklu devletini kurmuşlardır.*
Selçuklu, Malazgirt’ten sonra büyük ölçüde Anadolu’ya hakim olmuş, Moğol istilasında çok zayıflamış, ancak bu sırada gene bir Oğuz boyu olan Osmanlı uç beyliği batıya, Bizans ve daha da Avrupa içlerine genişlemeye başlamıştır. Osmanlı da, Selçuklu yöntemini sürdürmüş, Bizans’ın devlet sisteminden yararlanmış, yayıldığı bölgelerin halklarından devşirme yolu ile devlet memuru yetiştirmiş, ülkenin ticaret ve sanat hayatının önemli bir kısmını gayri müslimlere bırakmıştır. İslami sanatlarda da ağırlık gene İran kökenli sanatçıların etkisindedir.
İlginç örnek: Türkiye’de fotoğrafçılığın tarihini inceleyen bir çalışmada 1850 – 1900 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nda çalıştığı tesbit edilen yaklaşık 600 profesyonel fotoğrafçıdan sadece yaklaşık 20 kadarı Türk asıllı olup, geri kalanı gayri Müslümlerdir.***
Türkler gene barışta tarım yapan köylü, savaşta da asker olarak kalmışlardır. Osmanlı ilk defa farklı olarak devlet dilinde de Türkçe’yi devam ettirmiş, ancak dile bol miktarda Farsça ve Arapça kelime girmiştir. Devlette Türk unsurların köylü ve asker bırakılmasının iki nedeni olabilir: Birincisi, Türklerin daha önceki bir yazımda anlattığım göçebe yaşam tarzı nedeniyle biribirilerine hiç bir zaman güvenmemeleridir. Bunun ilginç göstergesi de başkentteki sürekli asker yeniçerilerin gene devşirmelerden kurulması, taşrada köylü - asker rolleri arasında yer değiştiren savaş zamanı askeri, Tımarlı Sipahi’lerin de ağırlıklı olarak Türk’lerden oluşmasıdır. İkinci neden de, Türk unsurların bürokratik, ticari ve sanatsal birikimlerinin yerel diğer halkların çok gerisinde olmasıdır.
Her ne kadar bunların her zaman istisnalarını bulmak mümkünse de yukarıda anlatılan düzen, ülkedeki genel durumu özetlemektedir.
Osmanlı, Cumhuriyet kuruluşuna geldiğinde genel manazara ülkenin asker ve köylüsünün Türkler’den oluştuğu, devlet bürokrasisi, tüccar ve sanatçı kesiminin büyük çoğunluğunun da devşirilmiş gayri müslimlerden ve Türk olmayan unsurlardan oluştuğu şeklindedir.
Ancak, Cumhuriyet kurulurken de, radikal bir kararla, ülkenin yukarıdaki rollerini ellerinde tutan hemen bütün gayri müslimler, başta, yeni gelişen milliyetçilik akımları ve onun yarattığı güvenlik endişesi nedeni ile ülke dışına çıkarılmıştır. Cumhuriyeti kuranlar gene yaşamsal hedefi batı medeniyetine eklemlenmekte görmüşler ancak özellikle Osmanlı’nın son yüzyılında entellektüel kesimin Batı’nın içine girip Batı’yı yerinde incelemiş olması sonucu gelişen bir özgüvenle, bu sefer bu işi onlar olmadan kendi yapabileceğine kanaat getirmiştir.
Osmanlı, Fatih devrinde teknoloji geliştirirken, matbaayı 300 sene sonra getiren, kitap bile okuyamayan bir toplum haline düşmüştür. Bunun başlangıcı, batıyı bırakıp doğuya, devri bitmiş ipek ticaret yollarına yönelen padişah Yavuz olup, çok sonra yeniden değerlenen bu toprakları da geri kalmışlığı nedeniyle koruyamamıştır. Bu zihinsel geri gidişi tersine çevirmeye kararlı olan Cumhuriyetin kurucuları, başta başarılı olmuş ancak sonra, bize empoze edilen demokratik sistem ile, yürüyüşümüze bir çelme atılmıştır.
Kaldık mı Türkler ve bir de aynı durumdaki diğer Müslüman unsurlarla baş başa.. ? Önümüzde iki seçenek vardır: Ya tarihin karanlıklarına geri dönüp birbirimizi yemeye başlayacağız, ya da birlikte yaşamayı, birlikte üretmeyi, birlikte yaşam kalitemizi yükseltmeyi öğreneceğiz.
Orhun yazıtlarını yazan Göktürk devletini akrabamız Uygur’lar yıkmış, onlarıda gene akrabamız Kırgız’lar yıkmıştır. Az çok izlenebilen yaklaşık 1500 yıllık tarihimiz içinde birbiri ile anlaşarak devleti yöneten ve geliştiren iki kardeş olarak bir tek Orhun’u yazan Bumin ve Kültigin kağanlar ve Selçuk devletini kuran Tuğrul ve Çağrı kardeşleri bulabildim. Geri kalan bütün kardeşler ya birbirini öldürmüş, ya da devletin bir parçasını alıp, kavga edip ayrılmış, hatta düşmanla işbirliği yapmıştır.
Tarih boyu kurulmuş Türk devletlerinin sonuna bakar ve sayımını yaparsak görürüz ki bu devletleri yıkan, sonlandıran çok büyük bir çoğunlukla yabancılar değil, gene Türkler olmuştur. Hep kendi kendiyle kavga eden, aralarında sosyal bir kontrat oluşturamamış, millet olamamış bir halk ya da halklar…
Cumhuriyetimizle birlikte gelen yeni durumda da, elimizde uzman olarak asker ve köylü kalmıştı ki, yeni devleti de bunlarla kurduk. Asker, elbette çok vatanseverdi ama devlet idare etmesini çok iyi bildiği iddia edilemezdi. Bunlar ve bunların seçtiği sivil bürokratlar, ülkeyi, demokrasiye geçişle birlikte yavaş yavaş eriyen, bazen iniş çıkışlar gösteren bir etkinlikle 2002 ye kadar yönettiler. 2002 de ise, ağırlıklı olarak, asker yönetimine tepkili, köylü ve kasaba eşrafı iktidara geldi. Bunlarında zayıf tarafı; bilgi, deneyim, dünyayi gözleme, anlama eksikliği, ve de bir kısım kasaba eşrafının kısa vadeli kişisel çıkar tutkusu, sakıncalı açıkgözlüğü idi.
Bugün yaşadığımız sorunların temelinde; bu konular, deneyimli olmadığımız, Cumhuriyete kadar başkalarına yaptırdığımız işleri elimize almış olmamız ve bunu da en az bilgi ve deneyim sahibimizin oyu ile yapmaya çalışmamız yatmaktadır.
Ancak, başa döner, Orhun örneğine bakarsak, Türk halkının tarih sahnesine bugün önde gelen diğer uluslardan bir kaç bin sene geç çıktığını daha fazla detaya girmemize gerek kalmadan net olarak görürüz. Bir kaç bin sene geç girdiğimiz bu medeniyet yarışında diğer önde gidenlerle aramızdaki fark, bugün belki yüz yıl düzeylerine inmiştir. Selçuklu’nun pragmatizmi sayesinde ulusumuz nefes almış, yaşamını uzatmış ve öğrenmiştir.
Bugünkü eksiklerimizi çözeriz, ancak öğrenmemiz gereken çok önemli bir konu önümüzde keşfedilmeyi beklemektedir: BİRLİĞİN GÜCÜ.
Dünyada birlikten güç doğduğunu, matematik dışında, 2 artı 2 nin 4 değil 5 ettiğini en iyi bilen ve yaşayan halkların neler yapabildiğini hepimiz izlemekteyiz. Bu hayati bilgiden en uzak halk da sanki Türk halkıdır. Bu gerçeği de öğrenip kullanabilir hale gelebilirsek yarınları çok güzel yapabileceğimiz kesindir.
FETÖ organizasyonu, üzerinde onlarca doktora çalışması yapilabilecek, dünya siyasi tarihine üst sıralarda geçecek kadar benzersiz yapılmış; bir ülkeyi ele geçirme ve parçalama projesidir. Ağaç, verimli toprakta serpilir: FETÖ organizasyonunu yapanlar, bu teşebbüse başka herhangi bir ülkede kalkışsalar bu kadar başarılı olabilirler miydi? Kesinlikle HAYIR. Düşman, bizi tanıyarak bu işe kalkışmıştır. O zaman bizim sorunumuz nedir? Çözümü nedir?
Cevabı bulmak zorundayız. Sabah akşam birilerini lanetleyerek havanda su döver, sadece kendimizi aldatır, düşmana da zaman kazandırırız.
Alışageldiğimiz bir söz, “ Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur “ sözü, bize sorunu unutturan kocaman bir yalandır. Doğrusu : “ Türk’ün Türk’ten başka düşmanı yoktur “ olacaktır. Diğer düşmanlar hafif kalır. İçimizdeki düşmanla zafere ulaşmanın tek yolu ise anlaşmak ve güçleri birleştirmektir. Aramızdaki kavgaya yatkın ortamı körükleyerek siyasi rant elde etmek ise sadece toplumsal intiharımızı getirir. Bunu görmek için de biraz akıl yeterli olacaktır.
Pragmatik yönümüzü kullanarak artık yabancıdan yardım almadan ve kavga etmeden bir arada yaşamayı ve hedeflere birlikte yürümeyi becermemiz gerekiyor. Başka bir şansımız yoktur.
Kaynakça
*A.C.S. Peacock, Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu, Yeni Bir Yorum
**Engin Özendeş, Osmanlı İmparatorluğunda Fotoğrafçılık 1839 - 1923