Gelecekle İlgili Tehlikeli Gelişmeler ve Yapılabilecekler

Gelecekle İlgili Tehlikeli Gelişmeler ve Yapılabilecekler

A+ A-

Daha önceki yazılarımda uzun uzun büyük sermayenin nasıl dünya yönetimini sosyal medya, türlü  iletişim araçları ve dijital para ile ele geçirip insanı köleleştirme çabasında olduğunu ve devletlerin bununla mücadelesini anlatmış, devletlerin bu mücadeleyi kazanacağı yönündeki öngörümü de paylaşmıştım.

Ancak devletlerin de doğal olarak, büyük sermayeden, başta yapay zeka olmak üzere, aldıkları teknikleri kullanarak toplumları daha kolay yönetilebilir yapmaya çalışacakları ve bunun da bireysel özgürlüklere zaman içinde kısıtlamalar getireceği kesin görünmektedir.

En güçlü konumda sayılan ‘süper güç’ devletler ise hiç bir zaman ‘şükürler olsun, biz iyiyiz’ deyip rahat durmayacak, hep dünyanın tek hakimi olmaya çalışacaklardır. Çünkü, ne kadar büyük iseniz diğerleri için o kadar büyük pastasınız demektir ve sizi yemek isteyen, sizden bir ısırık almak isteyen de o kadar çok olacaktır. Erken karşı atak ile bunları durduramazsanız da, kaybınız o oranda büyük olacaktır. En yakınımızdaki örnek Osmanlı İmparatorluğu olup lokma lokma nasıl yendiğini hep birlikte gördük. Güçlü  görüntüsü ile çelişen, aslında hayatta kalma korkusu da büyük olan bu devletler, güçleri daha yerindeyken, içlerine kapanıp savunmaya geçmeden önce, bu korku ile, son derece agresif olacaklardır.

Günümüzde süper güç konumunda üç devlet vardır. Bunlar, ABD, Rusya ve Çin’dir. Avrupa Birliği, bu kategoriye girebilecek düzeye gelmemiştir, gelebileceği de çok şüphelidir. Bu üç süper güç, birbirleri ile çatışırken diğer küçüklerin ise, sorun çıkarmadan yanlarında olmasını, kendilerine destek, korunma duvarı, tampon bölge vb olmalarını isterler.

Şimdi, bu üç süperi ve Türkiye ile ilişkilerini incelersek ;

ABD ile başlayalım. Türkiye Cumhuriyeti, ilk dönemlerinde, nisbeten bağımsız, dengeli bir dış politika takip etmiştir. Ancak maalesef, ekonomik sıkıntılar, Stalin’in akılsızca agresifleşmesi ve ülkemizin geleneksel hale gelmiş, ama haklı, Moskof korkusu ile Türkiye, ‘ben seni korurum’ diyen ABD nin, Kore’de de binlerle şehit vermek pahasına, şemsiyesi altına girmiştir. Marshall yardımı ve Nato ile başlayan yakınlaşma sonucunda ise ABD, ülkenin iliklerine kadar içine işlemiştir.  ABD, böylece ülkemizi istediği şekilde yönetebileceğini düşünürken, Kıbrıs çıkartmasından başlayarak, Türkiye’nin güçlendikçe kafa tutabilir, uyumsuzluk gösterebilir olduğunu görmüş ve bundan ürkmüştür. En büyük ürküntüyü de Irak tezkere reddi olayı ile ‘ABD derin devleti’nin beyni diyebileceğimiz Pentagon yaşamıştır. Hatta bu olayı profesyonel bir diplomasi ile yönetememiş olmamız nedeniyle, ürküntüye ilaveten, bazı ABD askeri çevrelerinde bir de büyük antipati ve hatta intikam duygusu yaratılmıştır. Alınan tezkere kararı, her ne kadar hayrımıza olmuşsa da, işin yürütülüş tarzı, gene o ölçüde zararımıza olmuştur.

Daha önceki bir yazımda da yazdığım gibi, diğer taraftan, ABD dış politikasının TEMEL kurallarından birisi de; dünya üzerindeki siyasi, askeri, dini ve sosyal her türlü güç odağını parçalamak ve kendisine bağlı kolay yönetilebilir küçükler haline getirmektir.

Bütün bu nedenlerle, ABD, uzun bir süredir Türkiye’nin parçalanmasına yönelik siyasi ve askeri politikalar üretmekte ve bu amaçla bir kısım sosyal ve etnik gurupları da kullanmaktadır. Türkiye’nin parçalanmasının ABD’ye getireceği bir avantaj da, bunun sonucunda sınır güvenliği istikrarsızlığının Rusya sınırına yaklaştırılması yoluyla Rusya’nın zorlanması ve boğazlardan askeri geçişin kolaylaşması olacaktır.

Rusya’yı ele alırsak, Rusya, tarihsel olarak, sıcak denizlere inme tutkusunda olan bir büyük askeri güçtür. Napolyon ve Hitler’den hayatlarını kurtarmış olan meşhur soğuklarını aslında çok sevdikleri de söylenemez ! Rus kavimlerinin bir birlik tarzında yapılanmalarından bu yana belki en çok savaştığımız, hatta tarihteki en uzun ömürlü Türk devleti, Hazar’ları da yıkmış bir askeri güç olup, Türk halkının çok dikkatle gözlemek zorunda olduğu; halkı ile evet, ama agresif devlet yapısı ile hiç bir zaman dost olamayacağımız tehlikeli bir siyasi oluşumdur. Ancak, zayıf tarafları; nüfuslarının yaşlanması ve ekonomik olarak yer altı kaynakları ve askeri sanayisi dışında çok zayıf olmalarıdır. Askeri ürkütücülüğü büyük ama tehdidi kısa mesafede etken, gücü kadar zayıflığı da olan bir yapıdır. Büyük olasılıkla Rusya, Avrupa üzerinden Batı dünyası ile bir arada yaşama yolunu bulacaktır ve bulmak zorundadır. Çünkü, zaten dünya üzerinde bir hakimiyet kurabilmesi mümkün değildir ve sürtüşmeye kalkarsa da, tahribat bütün taraflar için büyük olacaktır. Rusya’da, ABD de bu gerçeği bilmekte, ABD sadece Rusya’nın fazla özgüven geliştirip Avrupa aleyhine nostaljik genişleme heveslerine yeniden kapılmamasını sağlamak, onu bir yerde dizginlenmiş tutmak için arada dişlerini göstermekte, yaptırımlar vs ile ekonomisini sıkıştırmaktadır. Diğer tarafta Rusya, aslında kendisine yönelik Batı’dan büyük bir tehdit olmayacağını, esas tehlikenin doğuda kendisinden nüfus kaydırmaları ile ısırık almaya başlamış olan Çin’den geleceğini görmeye başlamıştır.

Gelelim Çin’e. Bu ülke çok büyük nüfusu ve coğrafyası ile komünizm sürecindeki içine kapalı halinden çıkmış ve hızla dünyanın en büyük ekonomisi olma yoluna girmiştir. Komünizm sürecinde halkını büyük ölçüde pasivize etmiş olması nedeniyle ülke yönetimi, istediği konuya istediği kadar kaynak ayırabilir hale gelmiştir. Ayırabildiği büyük finans ve insan kaynakları sayesinde hemen her ülke ile kolay ilişkiler kurmakta ve o ülke içine kendi nüfusu ile yerleşip, ülkeye en az artı değer bırakarak projeleri yürütmeye yönelmektedir. Çarpıcı bir örnek olarak, Afrika’daki maden projelerine aldıkları davetler ile, maden sahası işletmeleri almış ve yaklaşık 20 yıl kadar bir süre içinde kıtada en istenmeyen fakat girdiği yerden de kolay çıkarılamayan bir dış ülke haline gelmiştir. Bir süredir de, ABD iç pazarının kendisine yavaş yavaş kapandığını görüp, dünyanın ABD den sonraki en büyük tüketim toplumu olan Avrupa’ya gözünü dikmiş, en kısa yoldan da Avrupa pazarlarına ulaşıp yerleşmeye çalışmaktadır. Bunu deniz ve/veya kara yolu ile gerçekleştirmek için de bütün opsiyonları değerlendirmektedir.

Çin, eğer ana ticaret yolunu kara yolu ile yani tarihi İpek Yolları üzerinden gerçekleştirmeye ve burada da Türkiye üzerinden geçmeye kalkabilirse, herkes emin olmalıdır ki, bu Türk dünyası ve Türkiye’nin sonu demek olacaktır. Temel nedenlerini açıklayacağım, ancak çok basit bir değerlendirme ile de hemen görülecegi gibi, bu ülke; Orta Asya, (son 45 milyar dolarlık antlaşma ile zaten teslim olmuş olan) İran ve Türkiye üzerinden silindir gibi geçebilecek bir ekonomik güç ve nüfusa sahiptir. Kanımca Türk dünyasının hayatta kalması, diğer bütün sorunlardan çok,  büyük ölçüde bu projenin , popülar adı ile ‘Bir Kuşak, Bir Yol Projesi’nin engellenmesine bağılıdır. Bir anlamda bu geçiş, Saddam’ı devirmek için ABD askeri gücünün Hatay’dan girip Türkiye güneydoğusu üzerinden Irak’a geçmek istemesi ve bu geçişin şimdi iyice ortaya çıktığı, gibi kalıcı olacağı gerçeğine çok benzemektedir.

Çin ile iş yapmaya gelince, İran antlaşmasında olduğu gibi, rakamlar kolaylıkla çok büyük olabildiği için hükümetler kısa vade telaşı ile uzun vadeyi çok kolay gözden kaçırabilmektedir. Ancak şunu hiç akıldan çıkarmamakta yarar var : Tarih boyunca devletler için en önemli konu ticaret yolları ve bu yolların güvenliği olmuştur. Tarihi İpek Yolu canlanmaya başlarsa, kimse Çin’in Avrupa’ya göndereceği ihracat kervanlarının arkasından bir kova su döküp bekleyeceğini sanmasın ! Kimse, kervan Türkiye’den geçerken de bizim bir Milli Park giriş bileti kesip, keyfimize bakacağımızı da sanmasın. Çin, bu yolun güvenliğini de sağlamaya yönelecektir. Esasen şimdiden Avrupa ucunda bir köprü ayağı tutmuş, Sırbistan’a yerleşmiş, Karadağ’a da büyük finansmanlarla girmeye başlamıştır.

Diğer tarftan, 1.5 milyarlık büyük nüfusunu düşürmek için yakın zamana kadar aile başına 1 çocuk sınırlaması uygulanırken, şimdi yaşlanma bahanesi ile 3  çocuk teşvik uygulamasına geçilmiştir ? ‘Hayrola’ derler !

Geleceğin iyi tartılması gereği, bütün dünya için de geçerlidir, neden;

Batı dünyası bir takım etik ve moral değerler sistemi üzerine kurulmuştur. Çerçeve kültürlerin oluşmasında en büyük etkenin coğrafya olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Batı sisteminin değerleri, Akdeniz kültürü temelli olup, enstrümanlari da bu havzada doğmuş bütün dinler ve Roma hukuku olmuştur. Bu kültür ortamında yönetimler karşısında halklar giderek bireysel olarak daha fazla güç kazanmış, ve yönetimler de, bireye daha fazla hak ve özgürlükler vaad ederek iktidara gelebilir olmuşlardır. Sosyal düzenler, büyük ölçüde dinler vasıtası ile kurulmuş ve kollanmıştır. Doğu ve batı dünyası arasında bir kültürel yapıya sahip olan Rusya’da ise, Ekim 1917 ihtilali ile halk adına kurulan bir diktatorya, halktan kopup, kurduğu baskı rejimi ile uzun süre iktidarda kalmayı başarmış, geleneksel değerleri yıkmaya çalışmış olsa da, halkın içindeki yerleşik Hristiyan kültürünü tamamen yıkamamış ve derinlerde pek çok manevi değer, yaşamaya devam etmiştir. Bugün rahatlıkla söyleyebiliriz ki, aslında Rus toplumunun belkemiği, onu ayakta tutan, ‘geleneksel Rus kadını’ ve onun koruduğu aile değerleridir. Bırakalım değiştirmeyi, komünizm onlara değememiştir bile.

Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra Batı Dünyası, büyük bir tehlikeden kurtulduğunu, ama düşmansız yaşamanın da birliği sürdürmeye imkan vermeyeceğini düşünerek, Huntington giriş yazısı ile kendisine, İslam dünyasını düşman seçmiştir. Ancak, gene çok kanlı olaylar sonunda yanıldığını anlamıştır, çünkü temelde, İslam dünyası da derinlerde, Batı dünyası ile aynı Akdeniz kültürünün ve değerlerinin bir parçasıdır. Batı’lı büyük güçler, seçtikleri bu düşmanı tepelemeye çalışırken aslında kendi bütünlüğüne  zarar vermişlerdir. (Burada gizli bir toplumsal mazoizm var mıydı, bu, sosyal psikologların üzerinde çalışabileceği ilginç bir konudur). Aslında Batı’daki bu kanlı oyalanma ile kaybedilen zaman içinde, uzaklarda, Asya’nın doğusunda Çin adında yeni bir dev, çoğunlukla ABD iç pazarından beslenerek büyümekteydi. Dünyanın en eski devletlerinden biri olan ve genelde tüccar yapılı, sakin, akıllı bir halk olan Çin halkına yeni ve farklı bir hormon katan olay neydi ?

Bunu irdelemeye başlarken, daha önceki yazılarımda da işlediğim, devletlerin üst yönetimindeki psikolojik ortamını hatırlayalım: En üst kademede yönetim olayı, bir satranç oyununa dönüşür, yönetenler için duygu ve manevi değerler kalkar, sadece kazanma hırsı aktif kalır.

Hatırlanacağı gibi, Saddam’ın devrilmesi öncesi Irak’ta kimyasal silahlar üretildiği iddiasının en önde gelen bayraktarı olan devrin İngiliz başbakanı Blair,  Irak işgal edilip, yüzbinlerce insan öidürülüp, kalanların da hayatları altüst olduktan ve bu iddianın gerçek olmadığı da açığa çıktıktan sonra, televizyonlara çıkıp özür dilemiştir. Dilini, ne dediğini iyi anlamasanız, bu özür dileyen kişinin, yürürken bir saksı devirdiğini ve onun için özür dilediğini sanırsınız. Bu olay, insan hayatının, en üst yönetim düzeylerinde taşıdığı değeri gösteren çok çarpıcı bir örnektir.

Geri kalan dünya için Çin ile mücadele neden gereklidir : Çok basit : Pek çok iddiaya göre en az 1.5 milyon KENDİ vatandaşınınn ölümü ve kat kat fazlasının sürülmesi, hapse girmesi ve hayatının alt üst olması pahasına Mao tarafından yürütülen Kültür Devrimi (1966-1976) sürecinde, temelde Budist inançlara sahip olan Çin halkının bütün dini ve manevi değerleri temizlenip sıfırlanmış, yerine; yönetimine ne pahasına olursa olsun bağlı, her şart altında itaat eden, yoksa kolaylıkla canından olacak, robotik bir toplum oluşturulmuştur. Kısacası dünyanın en değerli kültürel bir zenginliği ve birikimi yok edilmiştir.

Çin’in içinin bugünkü durumu, sanki bugün, Batı dünyası için gelecekte kurulabileceğinden korktuğumuz köle toplumun ileri bir modeli gibidir.

Yönetimdeki kadroların psikolojileri için söylediklerimin, ABD’li, Rus, Çin’li veya başka bir büyük ülke yönetimi için olması hiç fark etmez. Temelde, ülkeler her bakımdan büyüdükçe, tepedeki yöneticiler halktan kopar, mekanikleşirler.

Ancak günümüzde süperler arasındaki fark, şurada ortaya çıkıyor :

Bilgi akışının nisbeten halk içinde mümkün olduğu Amerika’da, bir yönetici kamuoyu tepkisinden korkar, örneğin bir başka yerdeki çatışma sonucu ülkesine kendi askerlerinin cenazelerinin dönmesinden çok korkar. Alacağı kararlarda kamuoyu tepkisini büyük ölçüde dikkate alır. Eski İngiliz başbakanı Blair de, görevden ayrılmış dahi olsa, hiç olmazsa bir özür dileyerek kendi kamuoyu imajını düzeltme ihtiyacını duymuştur. Yoksa, günahsiz yere öldürülmüş Irak insanlarının ailelerinden böyle özür dilemenin trajikomik olacağını kendisi de bilir.

Rusya’da da üst yönetici için kamuoyu yargısı önemlidir ancak orada büyük ihtimalle ülke askerlerinin cenazelerinin ülkeye dönmekte olduğundan geniş kitlelerin haberi olmayacaktır.

Çin’de ise durum çok farklıdır. Ülke askerlerinin cenazelerinin ülkeye dönmekte olduğu bilgisi toplum tarafından öğrenilsin veya öğrenilmesin hiç önemli değildir, çünkü halkın fiziki veya manevi hiç bir tepkisi zaten olmayacaktır. Dolayısı ile de yönetim için ‘kamuoyu ne der’ sorusu yoktur.

Sonuçta Çin, sanki Batı dünyası için uzun gelecekte gerçekleşmesinden korktuğumuz, hatta Hawking’in de korktuğu, hiç bir insani değerin kalmadığı, bireyin bütün hareket alanının yönetimdeki  yapay zeka tarafindan belirlendiği, köle bir toplum modelini ‘bugün yaşıyor’ gibidir ve girdiği her yeri de kendisine çevirecektir. Bu yapılanmaya, ‘bildigimiz insanlığın sonu’ diyebiliriz.

Amerika’nin başını çektiği Batı dünyası her ne kadar şu an, Türkiye olarak, tam karşımızda durup bizi parçalamaya çalışsa da, gene de ABD yönetimine bir şeyleri yanlış yapıyorsun deme şansımız, belki de ikna imkanımız, pazarlık etme yollarımız vardır, çünkü; konuşma fırsatımız, tartışmalara dayanak yapabildiğimiz, üzerinde anlaştığımız çoğunlukla ortak bir değerler sistemi vardir.

Çin’in üst yönetimi ile hiç bir konuyu tartışma şansı da yoktur. Bunun çarpıcı bir örneğini, Uygur sorununun ülkemizdeki tartışılması sırasında devletimizi ve diplomatik bütün usülleri bir kenara atarak, bir belediye başkanımıza kadar tehdit savurmaları ile görmüş bulunuyoruz. Yapay zeka kullanarak insanları kamera görüntülerinden değerlendirip, yargısız infaz yapabilen bir ülke için konuşulacak hiç bir konu kalmamıştır. Mesele onu kafesine geri sokmak meselesidir. Ancak bu uğraşıda, Uygur ve Afganistan üzerinden ABD’nin cepheye sürülen piyonu olmamaya da çok dikkat etmek zorundayız.

Daha da uzun vadeli düşünüp, belki bir yüzyıl soraki dünyayı öngörmeye çalışırsak;

-          İŞÇİ DÜNYA : Çin, ‘köle toplum + yapay zeka yönetim + askeri teknoloji ve büyük nüfus’a dayalı , geleneksel tüketim malları üretimini tekeline almış, alışılmamış yöntemlerle geri kalmış dünyaya hakim olmuş, yayılmacı, robotik bir güç.

 

-          YENİ DÜNYA : ABD, Kanada ve İngiltere bütünleşmiş ve dünyanın geri kalanından çekilmiş, bu dünyanın alışılmış yaşam şekillerinin üstüne çıkmış, tüketim mallarını Çin yönetimindeki işçi dünyadan sağlayan, daha çok uzay, bilişim ve iletişim teknolojilerine yoğunlaşmış, kara yolu inşasını bırakmış, uydularla dünya çevresine  ve Mars’a uzay yolları döşeyen, gıda üretiminde kendi kendine yeterli,  içine girilmesi zor, sosyal düzenin ve bireysel özgürlüklerin farklılaştığı, BAŞKA  bir dünya. Bu gurup, Çin yönetimindeki diğer büyük gurup ile sadece çevre ve iklim konularında bazı standartlar üzerinde anlaşır ve onu denetler. Güney Amerika, bu gurubun arka bahçesi olur. Bütün Amerika kıtası dünyanın geri kalanından kopuktur. Arka bahçe kavramına belki Avusturalya da dahildir.

   ESKİ DÜNYA : Avrupa, Rusya (Sibiryanın yarısını Çin’e kaptırmış olarak) ve Japonya ise, elektronik, bilişim ve uzay teknolojilerine yeterince geçememiş, klasik tüketim malları üretiminde artık ekonomik üretim yapamaz, sömürdükleri pek çok gelişmemiş ülkeyi de Çin’e kaptırmış olacaklar. Bu nedenlerle de, yavaş yavaş, yaşam standardının düştüğü, Çin yönetimindeki geri kalmış işçi ülkeler sınıfının epey üstünde ama temelde, dededen kalma mirasla yaşayan bir ara gurup.

-      

Türkiye, hangi dünyada yer alabileceğini bulmak zorunda … En iyi ihtimalle de, ‘Eski Dünya’ gibi ….

18-06-2021
N. Halil Uğur

N. Halil Uğur

Farklı Bir Bakış

Orta Doğu Teknik Üniversitesi–Elektronik Mühendisliği’nden mezun olmuştur. 1973 yılında bilgi işlem ve iletişim teknolojileri alanında kendi işini kurmuştur. 1980 – 1984 yılları arasında Harvard Üniversitesi’nde işletme eğitimi almıştır. Kurduğu firma, 1973 – 1991 yılları arasında Türkiye’ye bilgi işlem teknolojisini getiren, bu alanda yurt dışına hizmet de ihraç etmiş, ilk ve en büyük yerli sermaye kuruluşu olarak bilinir. 1991 – 1994 yılları arasında Türkmenistan’ın Ankara İstanbul fahri konsolosu olarak görev yapmıştır. 1994 - 2000 yılları arasında Türkmenistan’ın Washington büyükelçiliği görevini üstlenmiş ve bu süre boyunca Amerika’da yaşamıştır. Türkmenistan’ın Amerika’daki ilk büyükelçisidir. Aynı süreler içinde Kanada ve Meksika’ya da Türkmenistan'ın büyükelçiliğini yapmıştır. 2000 yılı sonunda Türkiye’ye dönmüştür. Dönüşünden sonra da çiftçilik yapmaya karar verip ziraat ile ilgili 1926’dan bu yana devam eden ziraat/gıda aile işlerini devir alıp Halil Efendi Çiftliği’ni kurmuştur. İş yaşamına devam etmektedir. Seyahat tutkusu fotoğraf sanatına olan ilgisini arttırmıştır. Fotoğraf çekmeye lise yıllarında başlamıştır. Ana ilgi alanı insan ve kültürlerdir. Fotoğrafları yurt dışında büyük ajanslarca da satılmaktadır.

halil@medyacuvali.com

www.medyacuvali.com/kategoriler/sanatci/halil-ugur