
Marx Haklı mıydı?
Bir fabrikada, bir plazada, bir ekranın karşısında saatlerce aynı işi yaparken, elleriniz size ait değilmiş gibi hissettiğiniz oldu mu? Sanki o eller, sizin değil de bir makinenin uzantısıymış gibi… Ya da bazı sabahlar aynaya baktığınızda, yansıyan yüzün gerçekten size ait olup olmadığını düşündünüz mü?
Marx’ın bahsettiği yabancılaşma, işte tam da burada başlıyor. İnsan, yaptığı işe, ürettiği şeye, içinde yaşadığı topluma ve en kötüsü de kendine yabancılaşıyor. Sabah kalkarsınız, işe gidersiniz, aynı işleri tekrar tekrar yaparsınız, akşam olur, eve dönersiniz. Ve bir gün fark edersiniz ki, tüm bu döngü içinde asıl kaybolan şey siz olmuşsunuz. Yaptığınız iş artık sizi ifade etmiyor, düşünceleriniz başkalarına ait cümlelerle dolup taşıyor, hisleriniz size bile yabancı geliyor.
Bir marangoz düşünün; yıllarca çalışıp en sağlam masaları yapıyor ama o masaya oturup yemek yiyemiyor. Bir terzi hayal edin; ince ince işlediği kumaşlar başkalarının bedenlerini süslerken, kendisi eski püskü kıyafetlerle dolaşıyor. Bir yazar düşünün; kalemiyle dünyalar inşa ediyor ama o dünyalarda kendine bir yer bulamıyor. İşte yabancılaşma tam olarak bu. Ürettiğiniz şeyler sizden kopar, size ait olmaz ve zamanla, siz de kendinizden kopmaya başlarsınız.
Öyle anlar gelir ki, sadece emeğinize değil, hayata da yabancılaştığınızı fark edersiniz. Neşeniz bir başkasının onayıyla şekillenir, üzüntünüz başkalarının koyduğu sınırlar içinde dolaşır, hayalleriniz bile size ait olmaktan çıkar. Gerçekten ne hissettiğinizi unutursunuz. Mutlu musunuz, mutsuz musunuz? Yoksa yalnızca, hissetmeniz gerektiği söylenen duyguları mı yaşıyorsunuz?
Bütün bunların en sinsi yanı, yabancılaşmanın sessizce gerçekleşmesi. Kimse size gelip "Artık sen, sen değilsin" demez. Her şey yavaş yavaş olur. Günler, aylar, yıllar geçer ve bir bakarsınız ki, yaşamak yerine sadece var olmuşsunuz. Bir makinenin çarkı gibi, büyük bir sistemin küçük bir parçası gibi… Yabancılaştığınız gerçeğine bile yabancılaşırsınız.
Kaynakça
Görsel: Pexels.com