Mülkiyet ve Başka Şeyler

Mülkiyet ve Başka Şeyler

A+ A-

 

                Altı yaşıma kadar, bir Güney kasabasında yaşadım. Elbette ailemle birlikte. Küçük bir aileydik. Kız kardeşim, ben, annem, babam. 1970li yıllardı. Güzel bir mahallemiz vardı. Güzel de bir sokağımız.

                Evimiz, iki katlı bir evin giriş katıydı. Kiradaydık. Üst katımızda, ev sahibimiz otururdu. Evi hayal meyal anımsıyorum. Bahçeyi de öyle. Ama nasılsa bahçedeki turunç ve mandalina ağaçları çok net bir biçimde kalmış zihnimde.

                Mutluydum. Çok mutlu bir çocuktum. Bir çocuğun isteyebileceği her şeye sahiptim. Anne, baba, kardeş, arada gelip giden anneanne, teyzeler... Sonradan bir televizyonumuz bile olmuştu National marka. Babam onu kucağında getirmişti evimize.

                Mutluydum. Bütün gün sokakta arkadaşlarımla oynardım. Koşardım. Düşerdim. O dönemdeki duygularımı anımsıyorum: Koşulsuz özgürlüktü duyumsadığım. Beni mutlu kılan da bu duygu olmalıydı.

                Bütün sokak benimdi. Bahçelere girer, gül goncaları koparırdım. Yere çömelir, karıncalarla oynardım. Solucan çıkarırdım. Kertenkele tutardım. Bütün sokağın benim ve hepimizin olduğunu sanırdım. Neden mi? Çünkü kimse "Buraya girme, bunu alma, burası bizim" demezdi. Ne tuhaf... Belki mülkiyet duygusu ayıp kabul ediliyordu o zamanlar. Ya da gerçekten önemi yoktu insanlar için. Bilmiyorum.

                Mülkiyet duygusu ile ilk kez karşılaşmam, yine o sokakta, arkadaşımın kaşığını almamla oldu. Oyuncakları arasında eğri bir çorba kaşığı vardı. Ona kızdığım için sanırım, o kaşığı almıştım. "Ver" dedi, inatlaştım, vermedim. O da annesini çağırdı. Annem de yanıma geldi. Evleri, bizim evin karşısındaydı. Annesinden güç alarak, bana sokağın karşısından bağırdı: "Hırsız!" Bunu duyan annem çok öfkelendi. Bana kızdı. "Çabuk geri ver o aldığını!" Çaresiz, yenilmiş ve kırgın, kaşığını geri verdim arkadaşıma.

                Düşünüyorum da, mülkiyet duygusunu bu kadar geç öğrenmemin nedeni, sokağımızdaki aldırmaz insanlar olduğu kadar, ailemdi de. Annemle babam son derece onurlu, hakça kazanca inanan, adil paylaşımı savunan, kimsenin hiçbir şeyinde gözü olmayan güzel insanlardı. (Hala da öyleler.) Evimizde komün bir sistem vardı. Kimse hiçbir şeyi sahiplenmezdi. Her şey hepimizindi. Anneciğim, dışarıda ve evde sürekli çalışır, lükse itibar etmezdi. Hiç altın taktığını görmedim. Babacığım, iki üniversite bitirmişti. İki işte birden çalışıyordu. Dolabından gömleklerini, süveterini alıp giydiğimde kılı kıpırdamamıştı. Kardeşimle giysilerimiz tek dolapta dururdu. Her şeyimiz ortaktı. Bir kere bile "O senin, bu benim" diye çekiştiğimizi anımsamıyorum. Bizim evimizde mülkiyet yoktu. Ya da minimaldi diyelim.

                Şimdi geriye dönüp bakıyorum. Ve her gün yapıyorum bunu. Eskiden annemle babamın kızdığım yönlerinin aslında erdemli olmalarından kaynaklandığını görebiliyorum. Vaktiyle evimizde her şeyin ancak yetecek kadar oluşunun, lüksten nasiplenemeyişimizin, aslında "Dış görünüşten daha önemli şeyler var" demek olduğunu, "Mülkiyete takılanlara aldırma, geç, sen doğru bildiğin yolda yürü" mesajını vermek istediğini anlıyorum. "Mülksüz" ve "Paylaşmacı", daha mutlu ve doygun yaşanacağını bana yaşayarak, yaşatarak öğreten anneciğimle babacığıma kocaman bir özür borcum var. Onları çok seviyorum.

11-03-2024
Devrim Akalın

Devrim Akalın

Doktor

Soğuk bir kış sabahı, Silifke’de, anneannemlerin Rumlardan kalma, eski evlerinin alt katındaki büyük odada dünyaya gelmişim. Yaşamımın ilk beş yılı, Tarsus’ta, sabahtan akşama kadar mahallemizin çocuklarıyla sokakta oynayarak geçti. Ardından Ankara’ya taşınma, ilkokul yılları...Ortaokul ve liseyi TED Ankara Koleji’nde okudum. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesini kazandım. Göğüs hastalıkları ve tüberküloz uzmanıyım.

Sanatın her dalı ilgimi çekiyor. İyi sanat eserleri hep etkilemiştir beni. Sanatla haşır neşir olan insanın, gönül telinin daha çok titreştiğini, kendi gönül sazını giderek daha iyi çalmaya başladığını düşünüyorum.

İyilik ve nezaketin altın değerlerimiz olduğu, bu değerleri yitirmememiz gerektiği inancındayım. Sanat, bu değerlerle yoğrularak sofraya getirildiğinde, sanatçının kendince bir misyonu da tamamlamış olabileceği görüşündeyim.

Mythos yayınlarından çıkmış bir romanım var: HÂLÂ SEVENLER KULÜBÜ

MELANKOLİYE TUTULMAK adlı öykü kitabım da yolda, geliyor.⭐

saintdevrim@gmail.com

Devrim Akalın