İlham, Sanat, Sanatçı
Sanat, Yunus Emre'nin "Bir ben vardır benden içeri" dizesinin insanda anlam bulmuş hali gibidir sanki. Böylesi büyük bir değeri, kısacık bir adın içine sığdırmaya çalışmışız. Ama gel gör ki sanat o kadar hacimli, bir o kadar da yoğun ki, adına sığamaz bir türlü. Kendi imzası olan coşku ile büyüyecek, kabaracak, taşacaktır adının içinden. Sınırtanımaz sıfatı ile setleri, çitleri kırıp geçecek, seller olup akacaktır yüreklerin içine.
Ölümlü bir varlık olan insanoğlu, ölümsüzlüğü ararken, kazara buluvermiştir sanatı. Onu tanıyınca da, ölümsüzlüğe tercih etmiştir sanatın gücünü. Ölümsüzlük, yaşamın iyisiyle kötüsüyle, acısıyla tatlısıyla sonsuza kadar sürmesi ise eğer, sanat, ölüme kadarki ömrün coşkuyla, hissederek, severek, tad alarak, bakarak, görerek, dinleyerek geçmesidir. Evet, sanat, yaşamdan tad almaktır. Yaşadığını duyumsamaktır. Sanat, insanın ruhuna doğrudan dokunabilen tek ögedir. Sanat, ruhun ateşi, rengi, ışığıdır. Sanat, ruhun gıdasıdır.
Peki ya sanatçı? Sanatçı, sınırlarda gezinendir. Beş duyuyla algılanabilenin, bildiğimiz üç boyutlu evrenin sınırına kadar gitmek zorundadır, çünkü ilham, o sınırın diğer tarafında gezinir. İlham, sessizliğin içindedir. Sanatçı, sınıra gidebilmek adına, içindeki diğer ben'le iletişime geçer. Diğer ben, sınırın ardındaki sessiz mecrayı dinlemeye başlar. Sanatçı yolda yürürken, yemek yerken, konuşurken, hattâ uyurken, diğer ben, dinleme halindedir. Sanat ilhâmı, sessizlikten konuşmaya başlar. Hayır, sanatçılar tuhaf değildir. Sadece farklıdır. Onlar iki farklı düzlemde birden yaşamak zorunda olan ölümlülerdir yalnızca.
İlham, nahif, nazlı ama çok da güçlü bir enerjidir. Onu yakalamak zordur. Durur dinlersiniz, dinlersiniz, dinlersiniz... Hiç ses vermez. Siz tam vaz geçecekken, birden sizi yakalar, hızla konuşmaya başlar. Ne zaman konuşacağı, onun keyfine kalmıştır. O yüzden sanatçı, en uygunsuz koşullarda bile olsa, aniden üretmeye başlar. Tıpkı büyük ressam Fikret Muallâ'nın, ilhamın her an konuşabilmesi ihtimaline karşı, boyalarını, fırçalarını cebinde taşıdığı gibi. İlham bazen öyle hızlıdır ki, sanatçı ona yetişebilmek için çok çaba harcar. Koşarcasına hareket etmesi gerekir.
Sanat, sanatçı ve ilham, Tanrısal bir mucizenin üç ayağıdır. Eşkenar bir üçgenin üç köşesidir. Mucizenin belirebilmesi için, üçü de birbirine gereksinim duyar. Üçü de, büyük bir şeyin ortaya konabilmesi için kendinden vaz geçmeye hazırdır. Zira, sanat eseri, bu üç ayağın üzerinde yükselecektir.
Peki, gelelim can alıcı soruya. Sanat, sanat için midir, halk için midir? Bir sanat eseri, doğmaya mecbur bir bebektir. O, ne için, kim için olursa olsun, mutlaka ortaya çıkacaktır. O, sanatçının, ilham enerjisiyle kat kat yoğunlaşan duygu birikiminin bir tezahürüdür. Tamamen sübjektif ve içsel birer yaşantı olan duyguların, daha objektif ve elle tutulur, gözle görülür, ya da işitilir duruma gelmesi ve yepyeni bir boyut kazanması, daha doğrusu kazandırılmasıdır. Doğacak olan eser, sanatçının içinde kalamaz. Sanatçı onu yaratmayı reddecek olursa, keskin sirkenin küpüne verdiği zarar misali, içinde tutmaya çalıştığı güçlü potansiyel enerjiden zarar görecektir.
Eser, tıpkı bir bebeğin dünyaya gelmesi gibi, güçlüklerle, sancılarla doğar. Sanatçı, ona canından, ruhundan, kanından katmıştır. Eser doğduktan sonra, sanatçı da bir lohusalık dönemine girer. Yorgun, ama gururlu. Bitkin, ama mutlu.
Sanat, kim onu anlayabilecekse, kim onun muazzam canlılığını, başka bir boyuttan akıttığı enerjisini kaldırabilecekse, onun içindir. Kendisine karşı tüm duyularını tam yol seferber edecek gönüller içindir... O zaman biz de diyelim ki, haydi rastgele!
Kaynakça
FOTOĞRAFLAR: OLGU KAVALCIOĞLU