Yoksulluk, Yoksunluk

Yoksulluk, Yoksunluk

A+ A-

                Herkesin yoksul olduğu zamanlarda yoksul olmak ne güzeldi. Şimdi elimizde, evimizde, caddemizde, sokağımızda, hatta kentimizde bulunan şeylerin çoğu, pek çoğu yoktu eskiden. Gerçi karnımız doyuyordu, üstümüz de örtülüyordu bir şekilde. O zaman yoksulluk demeyelim de, yoksunluk diyelim biz eski durumumuza.

                Nelerden yoksun olduğumuz saymakla bitmeyecektir. İnternet, cep telefonu, zamanına göre televizyon, alışveriş merkezleri, yerine göre sinemalar, tiyatrolar, restoranlar, fastfoodcular, yüzlerce çeşit atıştırmalıklar, çikolatalar, fırınlar, pastaneler, zincir giyim markaları... Bunlarsız bir yaşam düşleyebilir misiniz? Ben düşleyebiliyorum. Size anlatayım:

                Biz, yaşça elliyi aşmış olan kuşak, bunu çok iyi biliyoruz. Bizzat yaşayarak deneyimledik. Ve bu aralar sık sık eski günlerle bugünümüzü karşılaştırır olduk. Sosyal medyadan bunu gözlemleyebiliyorum. 'Aaaah ah, nerde o eski günler... Sobalı evler, kar, kış, soba üstü kestane, sohbetler, komşuluklar...' diye paylaşım yapanlar çok sık karşıma çıkıyor.

                Zaman değişiyor. Hem de son hızla. Sonra yeniden değişiyor. Biz yeni gelenlere alışamadan tekrar tekrar değişiyor. Gençler daha kolay uyum sağlıyorlar değişime. Biz elli plus denen grupsa tökezliyor, yoruluyor, zamanın gerisine düşüyoruz.

                Zamanın gerisine düşmenin doğurduğu sonuçlar zor elbette.  Geride kalmayı kabullenir de uyum sağlamaktan cayarsak eğer, işte o zaman derin nostalji rüzgârına tutuluyoruz. Nostalji öyle bir şey ki, bize hem acı veriyor, hem de tatlı geliyor. Diyorum ya, bu aralar sık sık düşünür oldum eskileri. Eskisinden de fazla özler oldum o günleri.

                Bizim zamanlar, gençlere çok demode ve yabancı gelecektir, biliyorum. İnternetsiz bir yaşam hayal bile edilemez oldu şimdilerde. Ama... 'Ama'sı, ben yine de bizim yoksunluk dönemlerimizin sadeliğinden söz edeceğim.

                Bir kasaba düşleyin şimdi. Uzun, yeşil bir sokak ve iki yanında dizi dizi bahçeli, iki katlı evler. Sokaktan hiç araba geçmediğini düşünün. İnterneti, bilgisayarları, tabletleri atın. Televizyonu kaldırın ortadan. Kaloriferi, lüks mobilyaları, mobilyayla uyumlu halıları, ithal ürünleri, yüksek apartmanları, kuleleri, son model arabaları, filtre kahve, bulaşık ve hatta çamaşır makinelerini yok edin. İnsanları orta hallice giydirin. Küçük evlere ortalama kanepeler, birer büfe, alçak gönüllü, küçük koltuklar yerleştirin. Ha, başköşeye de bir radyo koyun. Bakın bakalım. Nasıl buldunuz?

                'Geriye ne kaldı ki?' diyebilirsiniz. Anlatayım: Geriye neler kaldı neler. Çocuklara bütün gün güvenli bir sokakta oynama olanağı, eşelenecek kum ve toprak, incelenecek böcekler ve solucanlar, koklanacak kır çiçekleri, yaseminler, leylaklar, hanımelleri, samimi komşular, hemen her gereksiniminizi bulabileceğiniz, tanıdık bir mahalle bakkalı, ve evet soba, ve evet soba üzerinde çay, kestane.  Dahası, sınırsız bir düş gücü. İnanın bana, teknoloji sustuğunda insan kendi yüreğini çok daha rahat dinleyebiliyor. Teknoloji sustuğunda doğa konuşmaya başlıyor sizinle. Teknoloji olmadığında yerini sohbetler, canlı ve gerçek ilişkiler, ve yaşamın birebir kendisi dolduruyor. 'Yaşıyorum' diyebiliyorsunuz. Yüzünüzde canlılığın rengi, içinizde var olmanın coşkusu varlık buluyor. Bakmayı, görmeyi, incelemeyi, dinlemeyi, duymayı öğreniyorsunuz. Anlatmayı da. Çocuklar oynamayı öğreniyorlar. Tartışmayı, yerine göre kavga etmeyi, sonrasında barışmayı. Birbirleriyle geçinmeyi öğreniyorlar. Deniz hakkında ampirik bilgi edinmek yerine denizde bizzat kulaç atıyorlar.

                 Teknoloji hızlanmayı ve gürültüyü de beraberinde soktu yaşamlarımıza. Gittikçe hızlandık. Hız, sabırsızlığı davet etti. Yavaşlığa tahammülümüz yok artık. Ama unutmayalım ki hız artışı, yani ivme, insanı ürperttiği kadar yorar, yıpratır da. Yıpranmaya başladık. Eskisinden çok daha yorgunuz artık.

                Ben naçizane, teknolojinin yararlarının farkındayım. Ama bizden neleri alıp götürdüğünü de üzülerek görebiliyorum. Artık hemen hepimiz konserve gibi üst üste dizilerek lüks apartmanlarda yaşamayı, çocuklarımızı lüks okullarda okutup yurt dışına göndermeyi, onların gün boyu kapalı ortamlarda bilgisayar başlarında oturarak çokça para kazanmalarını, lüks arabalara binmeyi, en son teknoloji ile donanmış bir yaşam içinde yaşayıp gitmeyi arzular olduk. Ama bu sırada hızla beton dökülerek yok edilen topraklarımızı, o topraklarda yaşayan hayvan popülasyonunun da ortadan kalktığını, yetmiyormuş gibi apartmanların çevresinin de otopark yapılması adına betonla doldurulmasını görmüyor, duymuyoruz. Gözlerimizi kapatıp doğa katledilirken, bir dairecik de şu siteden, bir dairecik de bu siteden alma çabaları içinde kör ve sağır olmuş, yaşadığımızı sanıyoruz. Yaşamın bütün inceliklerine, ayrıntılarına arkamızı dönüyor, parlak, ışıltılı ama yapay olana ilgi gösteriyoruz. Küntleşiyoruz, keskinliğimizi yitiriyoruz. Zekâmız artarken duygularımızdan oluyoruz. Biriktirip kazanırken, bir yandan da kaybediyoruz. Ve bütün bunları oturup düşünecek kadar zamanımız olursa, onu da cep telefonlarımıza armağan ediyoruz.

                İşte onun için, yoksun olmak çok güzeldi herkesin yoksun olduğu günlerde. Çünkü bizim aç gözlülükle saldırıp daha fazla elde etmek isteyebileceğimiz herhangi bir şey yoktu.  Hayır, daha masum değildik. Sadece... Yoksunduk.

16-04-2024
Devrim Akalın

Devrim Akalın

Doktor

Soğuk bir kış sabahı, Silifke’de, anneannemlerin Rumlardan kalma, eski evlerinin alt katındaki büyük odada dünyaya gelmişim. Yaşamımın ilk beş yılı, Tarsus’ta, sabahtan akşama kadar mahallemizin çocuklarıyla sokakta oynayarak geçti. Ardından Ankara’ya taşınma, ilkokul yılları...Ortaokul ve liseyi TED Ankara Koleji’nde okudum. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesini kazandım. Göğüs hastalıkları ve tüberküloz uzmanıyım.

Sanatın her dalı ilgimi çekiyor. İyi sanat eserleri hep etkilemiştir beni. Sanatla haşır neşir olan insanın, gönül telinin daha çok titreştiğini, kendi gönül sazını giderek daha iyi çalmaya başladığını düşünüyorum.

İyilik ve nezaketin altın değerlerimiz olduğu, bu değerleri yitirmememiz gerektiği inancındayım. Sanat, bu değerlerle yoğrularak sofraya getirildiğinde, sanatçının kendince bir misyonu da tamamlamış olabileceği görüşündeyim.

Mythos yayınlarından çıkmış bir romanım var: HÂLÂ SEVENLER KULÜBÜ

MELANKOLİYE TUTULMAK adlı öykü kitabım da yolda, geliyor.⭐

saintdevrim@gmail.com

Devrim Akalın