METİN FINDIKÇI' YLA TANIŞAMAMAK

METİN FINDIKÇI' YLA TANIŞAMAMAK

A+ A-

Ben imza günlerinden hoşlanmam. Ne okuyucu olarak ne de yazar olarak katılmak isterim imza günlerine.

Tanıştığım bir çok yazar hayalkırıklığına uğratmıştı beni. Bakın bir kaç hayalkırıklığımı anlatayım:

Yüksek perdeden yazıp, sağa sola, kurumsallaşmış her şeye, kafa tutabilen yazarın eskiden yazdığı bir oyunun oynanabilme ihtimali karşısında dev cüsseli sıçana dönüşüşüne şahit olmuştum. O zamanlar ilk öyküm henüz Varlık da yayınlanmıştı, sesini yükseltebildiği irtifaya bakıp büyük sandığımız yazar abimizin masasında oturmuş yüksek irtifalardaki manevralarına ağzımız açık hayranlıkla dinliyorduk anlattıklarını. Masasında benim gibi genç edebiyat heveslileri vardı. Herkese, her şeye posta koyabiliyordu yazar abimiz. Yedi belaydı. Kendisini tanıyordu siyasiler. Tanıyor ve çekiniyorlardı. Karşı tarafta yazarın mizah dergisi yazılarından slogan çalıp, utanmadan kullanıyorlardı seçim kampanyalarında. Hayır konu o değildi. İsteseler zaten verirdi yazısını. Gençliğinde karşı taraftaydı ama şimdi bu taraftaydı işte. Mizah dergilerinin leş gibi sayfalarında yazmaktan utandığını oturup roman yazmak istediğini söylerdi. Ama memleketin durumu ortadaydı. Kendini sorumlu aydın yazar olarak düşünce yazılarına prangalıyordu.

Onu bulduğumuz zaman çevresine toplanıp söyleyeceklerinden azami istifadede bulunmak için sessizce dinlerdik. Etrafında daima hayran kitlesiyle dolaşırdı. Bu kitlenin bireylerini asla hatırlamazdı. Bir balerin zarafetinde çıktığı yükseklerden sadece alkışımızı duyabiliyor, yüzlerimizi seçemiyordu.

Yine bir gün tırmandığı yükseklerden şahin çığlıkları atarak ne kadar büyük yazar olduğunu, ne kadar cesur olduğunu, ne kadar bilgili olduğunu bize anlatıyordu ki bulunduğumuz ortama bir çift geldi ve bizi görmeden uzağımıza oturdu. Şahin gözleriyle süzdü bu çifti. Süzdüklerinin Ankara' da olmalarına şaşırdı. Heyecanlandı. Bilmem hangi tiyatronun sahibiymiş gelen. Cebinden para çıkarıp masaya bıraktı 'üstünü tamamlayın, benim onlarla görüşmem gerek' dedi ve masamızdan kalktı. Oysa o güne kadar biz ona hiç hesap ödetmemiştik. Garsona hesabı verip ortamdan uzaklaşırken son bir kez bakmıştım hep yükseklerden konuşan yazara. Hafif öne eğilmiş, omuzlarını daraltmış, iki elini önüne çekmiş yere bakarak oturuyordu masada. Bir sıçana benziyordu. Bizim masamızda iki yana gerdiği omuzları, şişirdiği göğsü, konuşurken korkusuzca sağa sola savurduğu kollarıyla gökyüzüne yükselmiş kartal gibiydi. Yere inince sıçana dönüşmüştü.

Sonradan çok düşündüm bu yetenekli yazarımızı. Yeni buluşlar yapmadığı için üniversitelere kızıyordu ama asla buluş yapmayan üniversite ismi vermiyor buluş yapmayan profesör adı zikretmiyordu. Yolsuzluk yapanlara kızıyor ama hiçbir yolsuzluğun adresini vermiyordu. Siyasilere yeni politikalar üretmedikleri için kızıyor ama hangi siyasinin yeni politika üretemediğini söylemiyordu. Siyasi cinayetler üzerine yazıyor ama sözü Kanuni' nin oğlu Mustafa' ya getirip, oralarda, güvenli limanlarda dolaşıyordu.

Onu cesur bir yazar sandığım için 'Sakıncalı Piyade' den utanacaktım.

Bir yazardan daha söz etmeliyim. Bu sözünü ettiğim yazarlar kendi gözümde büyüttüğüm yazarlardı. Bu kez söz edeceğim yazar bir hanımefendi. Öykülemede kullandığı dil bir tarafa, kusursuz gözlem gücüyle de hayran olunası bir yazardı. Ben en çok anlattığı öyküde durduğu yeri beğenirdim yazarın. Bir ilimizin düşman işgali yıllarını mı anlatıyor? Düşmanla işbirliği yapmış bir babanın oğlu gözüyle öykülerdi konuyu. Hafif zeka özürlü güzel zengin kızın başından geçenleri hizmetçisinin gözünden öykülerdi. Yazarlık tekniğini hala ilham verici bulurum bu yazarımızın. Bu değerli yazarımız incelikli anlatımına uygun ince konular yazardı. Söz edeceği ağır konuları da inceltip yenir yutulur kıvamda öykülerdi. Sonra bir kitap çıkardı. Ağır tecavüzlerden, cinsel şiddete maruz kalan çocuklardan, cinsel gaddarlıktan, cinsel zorbalıktan söz ediyordu öyküler. Üstelik incelikli diliyle, ayrıntıyı seven gözlem gücüyle yapıyordu bunu.

Yazar, sevgi için, aşk için, incelikler için kurduğu dille bu sapkınlıkları tasvir edince ortaya tuhaf bir metin çıkıyordu. Ucubeydi bu ortaya çıkan metin. Sanki kınanması gerekenler, dehşete düşülmesi gerekenler kutsanıyordu bu ince dille. Sıradan okuyucu için değil de sapkınları şehvete getirmek için yazılsa daha farklı kaleme alınamazdı bu anlatılanlar. (Metin Kaçan' ın Ağır Roman' ını çok önemli bir eser olarak görmüşümdür hep. Özgündür. Belki de Türk edebiyatının en özgün eseridir. Metin Kaçan' ın dili de incedir ama bu ince dille ağır mevzulara girmemiş ağır mevzular için ağır bir dil kurmuştur.)

Sonra bu kitabın bir benzeri daha geldi.

Ne yazacağı yazarın, bileceği iştir. Yani öyle olmalıdır. Ben kendi adıma bir daha okumadım bu değerli yazarı. Yıllar sonra Ankara' da söyleşi ve imza günü olduğunu öğrenince sevindim. Yazarı görmeye gittim. Söyleşi boyunca zekasına, gözlem gücüne, mizah anlayışına bir kez daha hayranlık duydum. Sonra birdenbire şunu fark ettim: Ucube eserleri ona yeni hayranlar kazandırmıştı ve bu yeni hayranlar yeni payeler biçmişti, yazara.

Yazarı bekleyenleri görüp sevinmiştim ne çok okuru var diye. Oysa okuyucu değildi bekleyenlerden çoğu. Bir kadın, sorular bölümünde kendini tanıtıp henüz hiç kitabını okumadığını ama yazarın söyleşisini çok beğendiğini ilk fırsatta kitaplarından birini okuyacağını söylemişti. Yazarın söyleşisine katılanların çoğu cinsel zorbalıklara karşı sesini çıkarmaya çalışan güzel insanlardı. Yazar kendine yeni bir hayran kitlesi bulmuş ve bu hayran kitlenin alkışlarını takip etmişti. Bunu o gün anladım. Kurduğu harikulade dil bir yana kurgu cambazlığını da alkış uğruna hiçe saymaya hazırdı yazar. Eski yazdıklarını bir çırpıda fedaya hazırdı. (Bunu da soru cevap bölümünde anladım. Eski kitaplarından birinin adı geçtiğinde 'erkeklerin en çok sevdiği kitabımdır' demişti. Erkekleri, erkek oldukları için küçümsemesi salonda alkışa neden olmuştu.)

Yayıncım arayıp da imza günü hazırladıklarını söylediğinde hemen katılamayacağımı söyledim. Ama Metin Fındıkçı da katılacaktı imza gününe. Öyle mi? Evet. O da benimle tanışmak istiyordu. Ben sevdiğim yazarlarla tanışınca genellikle hayal kırıklığına uğruyordum. Bu yüzden de okuyucularımın karşısına çıkmak istemiyordum (Toplam üç kitap imzalayacaktım imza gününde üç okur da beni daha önce okumamıştı) ama Metin Fındıkçı' yla tanışma fırsatı önemliydi.

Metin Fındıkçı' nın yönettiği Papirüs dergisine öykü göndermiştim. Yayıncılık döneminde dört kitabımı basmıştı. Telefonda konuşmuşluğumuz çoktu ama hiç yüz yüze tanışmamıştık. Ben İstanbul' a gittiğimde o Bodrum' da oluyordu ya da o geldiğinde ben müsait olmuyordum. Yazdıklarıma değer veriyordu ben de şiirlerini ilham verici buluyordum. Türk edebiyatının mevcut konumunu ikimiz de çok iyi biliyorduk. Bataklığa benziyordu edebiyatımızın ayaklarını bastığı zemin.

Kağıt pahalıydı, piyasa kötüydü, doğruydu bunlar. Son otuz yılda kaç ekonomik kriz atlatmıştık? Aile bütçesini dengelemeye çalışanlar ilk olarak kitap almayı erteliyordu. Doğruydu bu ama... Türk yazarların da kusuru yok muydu bataklığa saplanmamızda? Beceremedikleri bilinçakışı tekniğinde ısrar etmeleri. Mizahtan yoksun, zekadan yoksun, bilgiden yoksun metinleri son ulaştıkları mertebeler olarak duyurmaları. Söyleyecekleri noktaya gelirken ara yollarda kaybolmaları. Her esen yelde kanat açmaları... Yazarlarımızın bu çırpınışları da bataklığa gömülmemizi hızlandırmadı mı?  Hele niteliksiz eser üretmeleri. Bu eserlerin arkasında durmaları.

Heyecanını yitirmiş bir edebiyatın yazarı olmak kolay değil.

Metin Fındıkçı, bataklığın da, çöküşün de farkında olan, mizah duygusuna sahip, önemli bir şairdi. İyi bir arkadaş olmuştu bana. Efkarlanınca aranacak bir dost olmuştu bana.

Onunla tanışmak için katıldım imza gününe. Yanımdaki masayı Metin Fındıkçı' ya ayırmışlardı. Yarım saat önceden gidip oturdum masama. Metin Fındıkçı aradı beni. Telefonumu açtım. İmza gününün yerini soracak sandım. Oğlu hastaymış. Ankara' ya gelememiş. Özür diliyordu. 'Canın sağolsun abi' dedim 'sonra tanışırız'. Güldü 'Şimdi bir öykü çıkarırsın bu konudan' dedi. 'Yazarım da öykü mü olur iç dökmemi olur bilemem' dedim.

 

20-07-2023
Osman Akalın

Osman Akalın

Öykü Yazarı

Bünyan doğumlu yazar Ankara'da yaşamaktadır. Turuncu ve yeşile gönül bağı vardır. Yıkanmış beton kokusunu ve leylak kokusunu önemser. Bu kokularda çocukluğunu ilk gençliğini muhafaza eder. Öfke, intikam duygusu yoktur. 'Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına' şarkısına müpteladır. Kızarmış patatesi ve beyaz peyniri çok sever. Hayal gücünün, sabrının ve hoşgörüsünün sınırları henüz kendisi için de muammadır. Asla pes etmez. Mucizelere inanır. Profil resmi Uğur Akalın' a aittir

osmanakalin38@gmail.com