Sevginin Anatomisi

Sevginin Anatomisi

A+ A-

Önsöz niyetine birkaç fikir…

Zaman zaman sevgi kavramı üzerine düşünmüşlüğüm olmuştur. Ham hali ile de olsa belki sevginin ne olduğuna dair değil de nasıl varolacağına dair düşünce kırıntıları meşgul etmiştir zihnimi bazen.

Düşünme edimi, etkinliği, eylemi her ne olarak adlandırırsak adlandıralım her zaman düşünmenin, yazarken daha etkin olduğunu düşünüyorum. Ben de kendimce böyle bir düşünme faaliyetine niyetlendim. Bakalım, her şey denemekle başlarmış.

Aslında böyle bir denemeyi yani bir kavram üzerine yazmayı değil de bir kavram üzerine sorgulamayı daha önce bir kere okuma grubumla denemiştik. HÜZÜN kavramı üzerine. Ancak çok başarılı olduğunu düşünmemiştim. Çünkü o toplantıda şunu fark etmiştim: yaptığımız tespitlerde ifadelerimiz çok havada kalmıştı ve söylenecek sözler çok çabuk tükenmişti. Hem de belli bir süre sonra bir kısır döngüye girmişti. Eğer bir kavram sorgulanacaksa o kavramın varlığının olduğu düşünülen bir takım durumlar, şiirler, roman karakterleri vb. materyaller üzerinden yapılmalı diye düşünmüştüm. Çünkü o zaman bu yöntem belki sorgulamamızı daha verimli kılardı. Şimdi bu yazıdaki sorgulama için de aynı şeyi düşünüyorum aslında. Genel olarak sevgi kavramı üzerine söz söylemek havada kalabilir, söylenecek sözler çabucak bitebilir, kısır döngüye girebilir.

İşte tam bu noktada sanat eserlerinin düşünmemizi genişleten, esneten bir işlevi olduğunu düşünüyorum. Bu düşünceleri derinleştiren de felsefedir. Sanat eserleri ister bir roman olsun ister bir tiyatro oyunu isterse bir şiir, bize kendimizi yansıtan bir aynadır. Bir izleyici olarak (aslında orada farkında olmadan kendimizi izleriz) objektif olduğuna inandığımız bazı yargılamalarda bulunuruz. Karakterlerle ya da kelimelerle ya da renklerle ya da biçimle kendimizi özdeşleştiririz. Bir bakış açısı geliştiririz. Sanat bize bütün olarak bir olanak sunar.  Daha çok kendi olanaklarımızı görürüz ilkin. Ancak bu yeterli değil kanımca. Bu olanakları kendimizden başlayarak topluma, ülkeye ve nihayetinde en dış halkada insanlığa dair bir takım yargılara dönüştüremediğimiz sürece yerimizde sayıp durmaktan öteye geçemeyiz.

(Hatta tam bu noktada felsefenin temel işlevinin de sadece fikir üretmek olmadığını aynı zamanda eylem olduğunu düşünüyorum. Felsefenin kendisi bakımından bir eylem değil elbette bu. Felsefe aracılığı ile kendi eylemlerimizi eylemek. Yani bir konuda bir yargıya vardıktan sonra o fikri bir hayat ilkesine dönüştürmek. Ancak çok daha geniş biçimde açıklanması ya da temellendirilmesi gereken bir başka konu)

Çünkü nasıl sanat bize kendimizi yansıtıyorsa ve o yansımalar benim zihnimde bir fotoğrafa dönüşüyorsa, o fotoğrafı aktardığım zaman başka zihinlerin başka fotoğraflarını dinlemediğimde ve aynı konuya dair farklı fotoğrafları görmediğimde, bu tıpkı gözlerinde bantlarla filin değişik yerlerini tutan kişilerin fili tarif etmesine benzer ancak. Bu nedenle sanat eserlerindeki her hangi bir kavramın başkaları ile birlikte ve karşılıklı olarak ortaya konması gerekir ki o kavrama ilişkin daha geniş bir düşünme alanına sahip olabilelim. Çünkü düşünceler bireyseldir ancak düşünmek kesinlikle diyalektik bir süreçtir. İşte bu anlamda bu yazıda yapmaya çalışacağım şey çok sığ kalacak.

Okuma halkası etkinlikleri özelinde yapılan faaliyetlerin de bu konuda en güzel platformlar olduğunu düşünüyorum.

SEVGİ İÇİN BİR  BAŞLANGIÇ

Herkesin bildiği üzere Fuzulî’ye sormuşlar: “Sevmek mi daha güzeldir, sevilmek mi?”. “Sevmek” demiş. “Çünkü, sevildiğinden hiçbir zaman emin olamazsın!”

Öncelikle bu tür özlü sözler diyeyim benim çok hoşuma gitmez. Aslında hoşuma gider ama gitmez. Nedenine gelince genellikle insanlar bu tür sözleri duyduğunda “Vaaayyy!”, “İşte budur!” gibi tabiri caizse lafı gediğine koymuş hissiyatıyla tepki verirler. Oysa kumsala vuran minik dalgaların üzerindeki köpük gibi birkaç saniyede etkisi geçip gidiveren sözlerdir çoğu insan için. Üzerinde düşünülmez, kulağa küpe yapılmaz, bir hayat ilkesi haline getirilmez, bir anahtar gibi ilişkilerimizi düzenlemede ya da problem çözmede ya da bir ders çıkarma konusunda kullanılmaz. “Vaaaay!” der geçeriz. Bu nedenle hoşuma gitmez.

Hoşuma gider; çünkü bence bu tür sözler aslında tarihin kendisidir, kültürün kendisidir, yaşanmışlıkların kendisidir. İnsan olarak, yaşanılanların ve duyguların hiç değişmediğidir. Dil bakımından ise adeta zamanı içine hapsetmiş, yüzyıllarca akıtılan gözyaşlarıyla ıslanmış, kahkahalarla neşeyle beslenmiş, bir kazanda kaynatılan kırgınlıklar, kızgınlıklar, yalanlar, doğrular, iyiler ve kötüler ne varsa hepsinin vücut bulduğu birkaç cümle olarak bende her zaman hayranlık uyandırmıştır. 

Fuzulî’nin sözü üzerinden sevgi kavramına bir başlangıç :

  

Bu cümleleri internette aradığım zaman karşıma farklı kalıplar çıktı. Buraya sadece iki tanesini aldım. Buradaki kalıpların birinde sevmenin mi yoksa sevilmenin mi daha güzel olduğu soruluyor, diğerinde ise sevmenin mi yoksa sevilmenin mi daha önemli olduğu soruluyor. Bu sözün aslî hali nedir gerçekten bilmiyorum. Ancak bu yazıda söz konusu edilecek olan şey sevmek ve sevilmek kavramlarının hangisinin daha güzel ya da hangisinin daha önemli olduğunu tartışmaktan çok sevgi kavramının ne olduğu üzerine olacak. Yoksa bu kalıplardaki soruların içinden çıkmak çok daha zor gibi görünüyor. Zaten sevgi kavramının kendisi felsefi bir değerlendirme bakımından (benim için) oldukça zorken bir de üzerine sevmenin mi yoksa sevilmenin mi daha güzel ya da önemli olduğu problemi daha meta bir problem gibi görünüyor.

                Yine de eğer bu kalıpları ele alıyor olsaydım neler söyleyebilirdim, birkaç cümleyle değinmek isterim doğrusu. Bu durumda öncelikle sevmek ve sevilmek kavramlarının anlamını açık ve seçik biçimde bildiğimiz ve her iki kavramın da herkes için aynı anlamı ifade ettiği kabulü üzerinden hareket etmek gerekir.

Bu bağlamda sorulan soruların doğru soru olup olmadığı konusunda şüphelerim var.

Çünkü burada sorgulanması gereken sevmek ve sevilmek kavramlarından hangisinin daha güzel olup olmadığı ya da hangisinin daha önemli olup olmadığı ya da hangisinin daha yararlı olup olmadığı mıdır (bazı kalıplarda bu ifade de vardı) emin olamadım.

Sevmek ve sevilmek kavramlarından hangisinin daha güzel olup olmadığı sorusunun objesi bakımından güzel kavramı ile örtüşmediğini düşünüyorum. Çünkü güzel (kavram olarak güzel birçok filozofun ele aldığı problemlerden biridir bilindiği üzere) daha çok somut olan nesnelere yöneliktir. Bir çiçeği güzel buluruz ya da bir binayı ya da gece gökyüzündeki yıldızları. Hatta sanat eserlerini güzel buluruz ki felsefe de bir disiplin olarak “güzel”i sanat eserleri üzerinden inceler. Oysa sevgi soyut bir kavramdır. Biz ancak sevginin bir kavram olarak ele alındığı eserler üzerinden güzel olup olmadığına dair bir değerlendirme yapabiliriz ki bu durumda da sevgi kavramının kendisini değil onun ele alındığı eseri değerlendirmiş oluruz.

Aynı durum “Sevmek mi daha önemlidir yoksa sevilmek mi?”sorusu için de geçerlidir. Diyelim ki kişi için sevmek daha önemliyse bu örtük olarak içinde şöyle bir anlam da içerir: “Hiç kimsenin beni sevmediği bir durumda bile ben severim.” Bu bakış açısının da problemli olduğunu düşünüyorum.

Sevmek ve sevilmek kavramlarının birbirinden ayrı iki duyguymuş gibi düşünülmesi bizi belki yargılarımızda, tutumlarımızda, değerlendirmelerimizde ve bunların sonucu olarak davranışlarımızda olmasını istemediğimiz bir takım başka duygulara (örneğin nefret gibi) ya da tutumlara (aşağılamak gibi) ya da eylemlere ( ya benimsin ya kara toprağın – öldürmek gibi) sürükleyebilir. Bu nedenle bu ayırımı ortadan kaldırarak sevgi kavramını etkin yönü sevmek edilgin yönü sevilmek olan bir bütün olarak değerlendirmek bizi daha doğru düşünmeye ve davranmaya yöneltir ümidindeyim.

 Duyguları ele alan bilimlerden en kapsamlı araştırmaları yapan hiç kuşkusuz ki psikolojidir. Ancak psikoloji pozitif bir bilim dalı olması bakımından daha çok öfke gibi stres gibi heyecan gibi biyolojik olarak ölçebileceği duygulara daha çok yönelir. Bu anlamda sevgi bir duygu olarak ne bedenimizdeki bir takım hormonların eksikliği ya da fazlalığı ya da beynimizdeki nöronların işleyişi gibi biyolojik süreçler açısından içsel süreçlerle ne de sayısal bir takım veriler elde edecek şekilde ifade, tutum, yönelim gibi bir kişiyi dışarıdan gözlemlemek yoluyla üzerinde çalışılması çok da kolay olmayan bir kavramdır.

Sevgi kavramı temele alınarak yapılmış The Grant Study deneyi, Harry Harlow ve bebek maymun deneyi gibi bir takım deneyleri incelediğimizde sevgi kavramının nedenleri ya da sonuçları üzerine ya da mutluluk başarı gibi başka bir kavram çerçevesinde değerlendirildiği görülebilir.

Augustinus’un “İtiraflar” adlı eserinde sorunu ortaya koymuş olduğu pasaj şöyledir:

“Nitekim zaman nedir? Kim bunu kolayca ve hemen tanımlayabilir? Kim onu sözcüklere dökecek denli en azından düşünceyle kavrayacak? Ama konuşma sırasında zamandan daha yakın ve daha bilinir bir şey söyleyebilir miyiz? Ondan söz edilince kesinlikle onu anlıyoruz, bir başkası ondan söz edince de gene anlıyoruz. Öyleyse zaman ne? Eğer hiç kimse benden bunu sormasa biliyorum; ama soran kişiye açıklamak istesem, bilmiyorum.” (Augustinus, İtiraflar, 11 kitap, 14. bölüm).

Ortaçağ filozoflarından Aziz Augustinus’un zaman kavramı üzerine görüşlerini dile getirirken söyledikleri sevgi kavramı için de söylenebilir. Sevginin ne olduğu sorulduğunda üzerine çok şeyler söylenebilir ancak sevgi nedir? diye sorulduğunda bunu açıklamak oldukça zor görünüyor.

Sevgi kavramının ne olduğunu bilmek için ne olmadığını bilmekle işe başlamak gerekir. Örneğin; aşk, güzel, hoşlanmak, beğenmek, haz almak, takdir etmek, korkmak, tehlike, sorumluluk almak, değer vermek, değer biçmek gibi pek çok kavramla farkı ya da benzerlikleri nedir? Bunu ortaya koymak gerekir öncelikle. Örneğin vatanımızı severiz, bir kıyafetimizi severiz. Kelimeleri kullanırken içerdiği anlamlar üzerinde çok düşünmeyiz. Oysa sevgi ancak ve ancak başka bir kişi söz konusu olduğunda ortaya çıkan bir duygudur. Vatanına bağlı olmak, kıyafetini beğenmek söz konusudur.  

                Sevginin bir etki – tepki süreci olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Bir bebeğin annesini emmesi ve annenin bebeğini kucağına alması ona şefkat göstermesi bu etkileşimin en saf halidir. Öyleyse sevgi her iki taraf için de içinde olumsuz anlamıyla çıkar beklenmeyen bir durumdur. (Anne – bebek ilişkisinde bile çocuk doğuramayan kadının statü olarak kendisini eksik hissetmesi ve bebeğin de yaşamını sürdürmek için anneye muhtaç olması karşılıklı yararın söz konusu olduğunu gösterir.)

                Sevgi, evrendeki her şeyin bir enerji ve frekanstan oluştuğu düşünüldüğünde kişisel olarak frekansımızın karşımızdaki ile ne derece birbiri ile uyumlu olduğu ile ilgili olabilir. Nasıl ki duymamızın bir frekansı vardır. 20 – 20.000 ses frekansı aralığını duyabiliriz yani bir karıncanın yürürken çıkardığı sesi duyamamamızın sebebi frekansının 20’nin altına olmasıdır. Dünyanın kendi etrafında dönerken çıkardığı sesi duyamayız çünkü çıkardığı ses 20.000 frekansın üstündedir. Belki ilişkilerimizde de sevgiyi oluşturan frekanslar vardır. Ancak bu daha çok metafiziğin konusudur.  

                Sevgi sahip olmak değildir. Tıpkı sokak hayvanı terimini kullanmamızdaki gibi. Bir kediyi (ya da çeşitli başka hayvanları) evimizde beslediğimiz zaman onları seviyormuş yanılgısına düşmemiz gibi. Hangi hayvan olursa olsun bir hayvanı evde beslemek onu doğal ortamından ayırmak insan egosunun bir sonucudur.

Sevgi tıpkı saksıdaki çiçeğin yeterli suyu ve güneşi alması gibi beslenen bir şeydir. Beslenmeyen şey büyüyüp gelişemez. Bu da ancak duygumuzu yönlendirdiğimiz kişiye yönelik olarak ona özen göstermek, saygı duymak, onun fikirlerini önemsemek, yaşamımızda öncelemek, yaptıklarının ve yaşadıklarının farkında olmak (çoğaltılabilir) gibi yollarla olabilecek olan bir şeydir. Aynı zamanda da karşımızdakinin de bize olan sevgisini göstermesinin yollarını keşfetmektir.

 “Sevgi bir karardır, bir yargıdır, bir söz vermedir.” Erich Fromm’un da dediği gibi. Dolayısıyla ilişkiden ve eylemden bağımsız bir sevgiden söz etmek mümkün değildir.

Sevgi bir iradedir. İnsanın hayatındaki her şey gibi sevginin de inşaa edilmesi ve daha da önemlisi yönetilmesi gerekir.

16-01-2024
Nurcan Ünal

Nurcan Ünal

Felsefe

Hacetttepe Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunuyum. Hasan Âli Yücel Sosyal Bilimler Lisesinden felsefe öğretmeni olarak emekli oldum. Öğretmenler olarak kurmuş olduğumuz Felsefeciler Derneğinde felsefe ders müfredatları, felsefe grubu ders kitapları, ders materyalleri gibi konularda inceleme ve değerlendirme çalışmalarında bulundum. Okuyanbilir adı altında öğretmenlerden oluşan bir kitap ve film değerlendirme grubu ile halen etkin okumalar yapmaktayım.

unalnurcan70@gmail.com