Kültür Dil Düşünme İlişkisi

Kültür Dil Düşünme İlişkisi

A+ A-

Dünya ve insanoğlu var olduğu günden bugüne değişmektedir. Bu değişim ülkemizi, insanımızı ve geniş zamanda ise kültürümüzü ve kimliğimizi etkilemektedir. Etkileşimden ve değişimden kaçınmak imkânsızdır. Bu etkileşim ve değişim sürecinde aslolan kültürel varlığımızı sürdürebilmektir. Hiç kuşkusuz bu varoluşu sürdürmenin koşullarından biri dildir. Hem dünyada hem toplumda oluşan değişimler dili de değişken kılar. Toplumu ise dilden bağımsız düşünmemek gerekir. Kültürel kimliğimizi korumak ancak ve ancak nesilden nesile en doğru biçimde aktarılmasını sağlamakla mümkündür. Dil bu yolun temel taşıdır. Dili sadece sözcüklerden oluşan bir yığın olarak düşünmek yanılgı olur. Dil; yaşayan bir varlıktır. Dil, bir yaşam felsefesinin taşıyıcısıdır. Düşünme biçiminin aktarımıdır. Zaten kültürü ve kimliği oluşturan bu yaşam anlayışıdır. Bu anlayışı korumak ise bilincinde olma sorumluluğu ister. Kültür, kimlik, değerler ve dil bilinci ise doğru düşünme becerisini gerektirir. Doğru düşünmenin anahtarı da dilin doğru kullanımıdır. Öyleyse bir yandan bizi biz yapan kültürümüzü, kimliğimizi ve değerlerimizi yaşatırken diğer yandan bu kurumsal yapıların dil ile en doğru biçimde ifade edilerek aktarılması gelecek nesillerin kültürel mirasımızı devam ettirmelerinde bizim onlara bırakacağımız en değerli mirastır.    

Unutulmamalıdır ki etkileşimin sonucunda meydana gelen değişimler kültürel kimliğimizi bozmak ve hatta varlığını tehdit etmek riski taşımaktadır. Temel hedef kültürel varlığımızı sürdürmekse kültürümüzü, kimliğimizi, değerlerimizi sadece korumak yetmez. Etkileşim ve değişimi yönetme gereği vardır.

Dilimizi korumak değişimi yönetmenin hareket noktasıdır.

Dil bir düşünme aracıdır.

Dil ve kültür ilişkisi birbirinden bağımsız olarak incelenemez. Dil kültürle yaşar, kültür de dil ile gelişir ve birikir. İnsanın düşünmesi ancak dille olanaklı olabildiğinden, dilde üstünlük yaratamayan bir ulusun düşünceleri de kapalı, dar ve sınırlı kalır. Bu, bütün kültür üzerine de etki yapar. Her ikisi de birlikte gelişirler.

Dil, bir toplumun kimliğidir. Dil yoksa toplum da yoktur. Kültürün taşıyıcısı olan dil aracılığıyla ortaya konmuş sözlü ve yazılı tüm ürünler aynı zamanda kültür kavramının kapsamına girer. Bir dilin kelime hazinesini zenginleştiren, o dili konuşan insanların kültürü ve yaşam felsefesidir. Dille ifade edilen bu duygu ve düşünceler toplumun diğer üyeleri tarafından kabul gördüğü oranda da toplumun ortak değeri hâline dönüşür.

Dil ve kültür arasındaki bağın incelenmesi dilin insanoğlunun varoluş sürecindeki yerine kıyasla oldukça yenidir. Dil ve kültür arasındaki ilişki incelenirken iki ana yaklaşım fikirsel olarak ön plana çıkar: dilbilimsel belirlenimcilik ve dilbilimsel görecelilik.

Dilbilimsel belirlenimcilik yaklaşımına göre dil düşünmeye biçim verir, dilbilimsel görecelik kuramına göre ise; dillerin anlam alanları bakımından farklılaştığını ve bu farklılığın da o dili konuşan insan topluluğunun düşünme biçiminin farklılığından kaynaklandığını ileri sürer. Yani düşünme dile biçim kazandırır. Herder, Humboldt, Sapir, Whorf bu akımın belli başlı temsilcileridir. Humboldt’a göre dil bir ürün değil bir üretimdir. Düşünme ve konuşma/düşünce ve dil arasında çok sıkı bir bağ vardır. Ona göre ulusların zihin enerjileri aynı değildir. Dil özü itibari ile söze dayanır. Bu da düşünceleri görünür kılar. Humboldt dilin oluşumu ve şekillenmesinde bireyin toplumla olan ilişkisini irdeler. Bu bağlamda dil birey için yalnızca ihtiyaçlarını gidermek için kullandığı bir araç değildir. Dil aynı zamanda bireyin kendiliğinin farkına varmasının koşuludur. Dil bireyin kendi iç dünyası ile dış dünya arasındaki ilişkiyi kurma aracıdır.

Dil Antropolojisi konusunda çalışan Sapir’in ortaya koyduğu “sosyal gerçeklik” kuramına göre; iki dil sosyal gerçeklikleri ortaya koyması açısından kesinlikle aynı olamaz. Dolayısıyla farklı toplumlarda yaşayan insanların kullandıkları diller de iki farklı dünyayı anlatır. İnsanoğlu evreni ve hayatı anlamlandırmaya çalışır. Her insan topluluğu, kendi edebiyatına, felsefi yapısına ve inanç sekline sahiptir. Bu anlamlandırma çabası her toplumun dünya ile kurduğu ilişki göz önünde bulundurulduğunda kültürünün birikimi sonucu ortaya çıkar. Kültür, tek başına bireyin oluşumunda değil, toplumun oluşumunda da önemli bir yer tutmaktadır. Dil, hem toplumsal hem evrensel olarak bir iletişim aracı rolündedir. Dolayısıyla dil, hem kullanıldığı toplumun içinde hem de milletler arasında bir köprü görevi üstlenmektedir.

Arapçada kılıç ile ilgili l000’den fazla kelime varsa, bunun altında kültürel nedenler yatmaktadır. Antropologların sıkça başvurduğu başka benzer bir örnek ise Eskimoların “kar” ile ilgili birçok kelimeye sahip olmalarıdır; yumuşak yağan kar, kuru ve rüzgârla düsen kar, yavaş yavaş yağan kar, ince yağan kar, ıslak ve sıkı kar, iglo yapımında kullanılmaya elverişli olan ve kesilebilen özelliğe sahip kuru ve sıkı kar, yüzeyi buz tutmuş kar, vb. Şehir ve kır hayatına, bölgesel farklılıklara, göç, sel, savaş gibi doğal olaylara bağlı olarak dilde değişmeler olabilmektedir. Feminizmin gelişmesiyle birlikte erkek egemen toplumsal yaşama yöneltilen eleştiriler zaman içerisinde erkek egemen söylemin de değişmesine neden olmuştur. İngilizcede kadınlar aleyhine olan, sadece erkeklere has olarak kullanılan bazı kelimelerde ya cinsiyet vurgusundan vazgeçilmekte (policeman-police, fireman-firefighter, salesman-salesperson) veya kadınlar için yeni kelimeler türetilmektedir (waiter-waitress, host-hostess, actor-actress).

Dil İçi Dünya Görüşü’nün (cultural relativism) de öncüsü olan ve dilin bir deneyim şablonu oluşturduğunu iddia eden Whorf (1956), Batı Avrupa dilleri ile Hopi yerlilerinin dillerini karşılaştırmalı olarak incelemiştir. Dilsel belirleyicilik ilkesi ile insanların düşüncelerinin kullandıkları dil yoluyla oluşturdukları kategoriler tarafından belirlendiğini ve aslında insanların dünyaya bakış açılarının ve algılamalarının da bu yolla geliştiğini iddia etmiştir.

Bu tespitler insanın doğa ve yaşam ilkeleri üzerine düşünerek kavram ürettiğinin ve dilini oluşturduğunun en güzel örneğidir.

Dil, kimliğimizin hem yapıcı unsuru hem de özüdür. İnsanoğlunun, dilin yapısını kavrama ve anlama yolunda sarfettiği çabanın en önemli göstergesi geçtiğimiz yüzyılda, düşünürlerin çoğunun dil felsefesi üzerine eser vermiş olmalarıdır. Yakın dönem felsefesi için dil felsefesi demek yanlış olmaz. 

Bir dil, çocuklarda, gençlerde, yaşlılarda farklı olduğu gibi, aynı insanın yaşamında da yavaş ama sürekli olarak değişir. Bu değişimler o insanın içinde bulunduğu çevrenin dilindeki değişimlerle uyum içinde ve onların etkisindedir.

Söz dağarcığı bütün disiplinlerin oluşumunda ve gelişiminde başrol oynayan temel unsurlardan biridir. Bunun nedeni düşünmesinin üretimi olmasındandır. Düşünme sınırsızdır. O halde kelimeler onlara kimlik kazandırırlar ve söz dağarcığını geliştirir ve genişletirler.

Dilin düşünmeyi etkilediği kuşkusuzdur. Ancak düşünme olmadan dilin var olabilmesi düşünülemez. Öyleyse kavram oluşturma dilden öncedir. Ancak dil olmadan da kavramların varlığını sürdürmesi imkânsızdır. Öyleyse “dilimiz kimliğimizdir” derken kendi kültürümüze ait yaşam kalıplarını sürdürmek o alandaki kelimeleri yaşatmak demektir bu da kültürel kimliğin gelecek kuşaklara aktarılmasında dilin vazgeçilemez öneminin bir kanıtıdır. Ancak unutulmamalıdır ki dil sadece şu anı değil geçmiş zamanı da kapsayan bir hazinedir. Yaşadığımız şu an itibariyle artık varolmayan yaşam kalıplarının dil içerisinde hala varlığını sürdürmesi kimliğimizin korunmasının da bir sigortası gibidir. Kullandığımız dilin söz varlığını doğru analiz eder ve korumayı başarabilirsek kimliğimizi korumayı da garanti altına almışız demektir. Bunu başarmanın en temel yolu ise sözlü ve yazılı yazın alanıdır. Sözlü ve yazılı anlatımda başarılı olmak ifadelerdeki akıcılığa, görüşlerdeki tutarlılığa bağlıdır. İfadelerin akıcılığı ve görüşlerin tutarlılığı seçilen kelimelerin yerindeliğiyle sağlanabilir. Sahip olunan söz varlığı gerek sözlü gerekse yazılı anlatımlarda mesajın hedef kitleye yerli yerince ulaşmasını sağlar. Düşünürlerin düşüncelerini ifade etmede, şair ve yazarların benzetme ve tasvirlerinde, hatiplerin konuşmalarında başarılı olmaları geniş bir söz varlığına sahip olmaları ve dilin inceliklerini maharetli bir şekilde kullanmalarına bağlıdır. Dilin korunmasında temel görev,  başta düşünürler olmak üzere edebi alanda şairler, yazarlar ve hatiplere düşmektedir.

Bireyin kendi iç dünyası ile ilişki kurması, içinde olduğu toplumun ortak değerlerine katılımı ve onu yeniden üretmesi ile gerçekleşir. Bu süreci tamamlayan bireylerden oluşan toplumlar ise hem kendi iç dinamiklerini hem de dış dünya ile olan bağlarını değerler olarak üretirler. Bu değerler zamana, sosyal, ekonomik, politik gelişmelere göre değişim gösterirler. Her toplum kendi varlığını sürdürmek ister. Kitle iletişim araçlarıyla verilen mesajları sorgulama becerilerini geliştirmek, metinler arası düşünme becerilerini geliştirerek söz varlığını zenginleştirmek Türk Millî Eğitiminin genel amaçları arasında yer alır. Ait olunan toplumun dilini en iyi şekilde öğrenmenin yolu o kültürü yansıtan eserlerdir. Toplumun kültürünü en iyi yansıtan şey, o dilde ortaya konmuş atasözü, deyim, vecize, masal, şiir, ninni, deyim vb. ürünlerdir. Öyleyse kültürün taşıyıcısı olan çocuklarımızın eleştirel düşünmeyi öğrenebilmesi kültürümüzün ürünleri olan ögeleri anlaması, anlamlandırması, yorumlaması ve yeniden üretmesi için vazgeçilmez bir koşuldur.

ÖNERİLER

Buraya kadar kuramsal bir çerçevesini sunmaya çalıştığım konuya vermek istediğim bazı somut örnekler var.

Kelimeler Bir Toplumun Tarihini Yansıtır: GISLAVED

1900'lerin başında, Wilhelm ve Carl Gislow adında iki kardeş tarafından icat edildi. Bu iki biraderin aslında otomobil lastiği fabrikası vardı. Gislaved şehrinde yaşıyorlardı, lastiğin markası da Gislaved'ti. Hurda lastikleri atmaktansa, değerlendirmeyi düşündüler, kalıpladılar, preslediler, bu ayakkabıyı ürettiler. Çok ucuzdu. Sadece İsveç'e değil, bütün Avrupa'ya sattılar. 1930'larda Türkiye pazarına girdiler. Ahalimizin dili dönmedi, Gislaved diyemedi, cızlavet dedi.

Gislaved ayakkabılar çok ucuz olduğu için genellikle gelir seviyesi düşük insanlar tarafından tercih ediliyordu. Ayrıca içine su çekmemesi, çabucak kuruması, temizliğinin kolay, giyilip çıkartılmasının pratik olmasından dolayı tarım ve hayvancılık faaliyetlerinin yoğun yapıldığı kırsal bölgelerde yaygın olarak kullanıldı. Tek sakıncası ayakları sıcak tutmamasıydı. Anadolu'da bu dezavantajını aşmak için kışları yün çorapla giyilirdi.

 

Tarihten Bir Yaprak: 1974 Gıslaved Grevi

Yoksul Anadolu insanının Cızlavet ya da “soğuk kuyu” adını verdiği lastik ayakkabıların hikâyesi, bir zamanlar sanayinin kalbi olan Haliç’te başlar. Eyüp’ün dik yamaçlarında yer alan fabrikalardan biri olan Gıslaved Lastik fabrikasında.

 

Günümüz itibariyle Avrupa’da cizlavet üreten fabrikalar artık yoktur. Ancak ülkemizde cizlavet hala üretilmektedir. Öyleyse bireysel olarak en basit görünen kelimelerin bile tarihsel sürecini öğrenmeye gayret gösterirsek sahip olduğumuz farkındalık çevremizdeki insanlarla etkileşimimiz aracılığıyla mutlaka zihinsel hafızalara kaydolur ve aktarımına yardımcı olur.

 

ROMANLARIN YENİDEN BASIMLARI

                Türk edebiyatına damgasını vurmuş yazarların romanlarında kullandıkları kelimelerin anlaşılmadığı gerekçesi ile günümüz Türkçesindeki kelimelerle yeniden basımları olduğunu biliyoruz. Üstelik yazıldıkları tarih bakımından düşünüldüğünde üzerinden çok da zaman geçmemiş olsa bile bu romanları anlamakta zorlanıyoruz. Eğer romanın dipnotlarında açıklamalar ya da arkasında bir sözlük bulunmuyorsa belki okumayı bırakıveriyoruz. Oysa romanın yazıldığı dönemlerde kullanılan kelimelerin neler olduğu ve bu kelimelerin zamanın ruhunu yansıttığını unutmamak gerekir. Okumalar yaparken mümkün olduğunca yazarın yaşadığı tarihte yazdığı şekliyle orijinal halini okumaya gayret göstermek gerekir. Çünkü roman konusundan, değerinden vb. bağımsız olarak sadece kullandığı kelime dağarcığı bakımından bile paha biçilemez bir değere sahiptir.

 

KAVRAMLARI YERİNDE KULLANMAK

                Ebeveynlerin (belki çoğunlukla annelerin) küçük çocuklarına hitap ederken “aşkım” diye seslenmesi, sohbet etmek yerine “muhabbet etmek” deyiminin kullanılması, sevdiği kişilerle teklifsiz konuşmalarda akranlar arasında “manyak, salak, gerizekalı” gibi kelimelerin kullanılması ve bu sözcüklerin karşıdaki kişiye karşı duyulan yakınlıkla ilgili olduğunun düşünülmesi gibi örneklerde olduğu gibi kelimelerin kendi anlamlarının dışına çıkarılarak anlam kaymasına yol açacak şekilde kullanılmaması gerekir. Çünkü yine yapılan araştırmalar göstermektedir ki beynimiz kelimeleri gerçek anlamlarında algılamaktadır. Dolayısıyla siz çok sevdiğiniz bir insana diyelim ki ona karşı duyduğunuz yakınlıktan dolayı salak, manyak gibi kelimeler kullandığınız zaman beyin bunu bu karmaşıklıkta algılamıyor. Dolayısıyla bir zaman sonra anlamı dışında kullandığınız kelimelerin kendi anlamlarına uygun olarak düşünen beyin sizin karşınızdaki insana kullandığınız kelimelerin karşılık geldiği duyguları da şekillendirmeye başlıyor ve böylece iletişim bozuklukları yaşama riski doğabiliyor.

 

KAVRAMLARA GEREKEN ÖNEMİN VERİLMESİ

                Gençlik kavramı siyasette, eğitimde ya da aile içinde, komşular arasında yapılan konuşmalarda hemen hepimizin çok sıklıkla duyduğu, gençlerin ve gençliğin ne kadar önemli olduğu, ülkemizi emanet edeceğimiz geleceğimiz olduğu vb. ifade edilir. Oysa bilimsel literatür tarandığında karşımıza çıkan durum pek de bu dilimize pelesenk olmuş söylemlerle örtüşmüyor. Elbette yapılan çalışmalar var ama bu kadar önem atfedilen bir konu ile ilgili çok yetersiz. Oysa ki gençlerin düşüncelerini, isteklerini, ideallerini, davranışlarının nedenlerini, tutumlarını, siyasi eğilimlerini, dijital dünya ile iletişimlerini ……sürekli olarak ölçen ve buradan çıkan sonuçlara göre bir eylem planı hazırlayan bir enstitü olsa bu kadar önem verdiğimiz bir kesimin karşılığı olan kavram da hak ettiği değere ulaşmış olur.

 

“Bir kimsenin ne söylemesi gerektiğini bilmesi yeterli değildir nasıl söyleneceğini bilmesi de gerekir.”

ARİSTOTELES

 

 

 

 

 

 

KAYNAKLAR

Ali GÖÇER, Türkçe Eğitiminde Öğrencilerin Söz Varlığını Geliştirme Etkinlikleri Ve Sözlük Kullanımı, International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 4/4 Summer 2009

 

Alim Koray Cengiz, Dil-Kültür İlişkisi Açısından Hatay’da İki Dillilik, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2006

 

Yasemin Özcan Gönülal, Dil-Toplum İlişkisi Açısından Türkiye’de 1940 Sonrası Dil Tartışmaları Üzerine Bir Değerlendirme, International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 6/1 Winter 2011, p. 1127-1137, TURKEY

 

 


Kaynakça

Ali GÖÇER, Türkçe Eğitiminde Öğrencilerin Söz Varlığını Geliştirme Etkinlikleri Ve Sözlük Kullanımı, International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 4/4 Summer 2009 Alim Koray Cengiz, Dil-Kültür İlişkisi Açısından Hatay’da İki Dillilik, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2006 Yasemin Özcan Gönülal, Dil-Toplum İlişkisi Açısından Türkiye’de 1940 Sonrası Dil Tartışmaları Üzerine Bir Değerlendirme, International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 6/1 Winter 2011, p. 1127-1137, TURKEY

15-02-2024
Nurcan Ünal

Nurcan Ünal

Felsefe

Hacetttepe Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunuyum. Hasan Âli Yücel Sosyal Bilimler Lisesinden felsefe öğretmeni olarak emekli oldum. Öğretmenler olarak kurmuş olduğumuz Felsefeciler Derneğinde felsefe ders müfredatları, felsefe grubu ders kitapları, ders materyalleri gibi konularda inceleme ve değerlendirme çalışmalarında bulundum. Okuyanbilir adı altında öğretmenlerden oluşan bir kitap ve film değerlendirme grubu ile halen etkin okumalar yapmaktayım.

unalnurcan70@gmail.com