Bu Koruk Şerbeti De Nereden Çıktı?
Yazı masamın başına geçtim. Bakir, daha evvel yazılmamış bir konu üzerinde kalem oynatacaktım. Fakat ne mümkün! Var mı öyle bir konu yahut kaldı mı? Dünya üzerinde insanın tattığı ve tatmak zorunda kaldığı birçok duygu zaten işlenmedi mi? Kıskançlık, aşk, sevgi, ihanet, ihtiras… Saymakla bitirilemeyecek birçok duygunun karşılığı zihnimde beliren birçok eser var. O hâlde… O hâlde ne? İçinde aşk, sevgi, kıskançlık, ihanet, vs. olmayan bir konu mu bulacağım? Peki, buldum diyelim onu kim okuyacak?
— Ben okurum Tünay Hanım…
Az önce düşündüğüm şeyleri sesli mi söylemiştim yoksa deliriyor muydum? Sorgumun cevabı elinde tepsiyle kapı eşiğinde beklemekte olan Nihal Abla’daydı. O, sıcacık gülümseyerek masaya getirdiği içeceği koyarken “Memleketten gelen koruklarla yaptım, ismine koruk şerbeti derler.” diye bir açıklama yaptı. Damağımda mayhoş fakat ferah ve taze bir his bırakan koruk şerbetinin nasıl yapıldığını merak ettim. Nihal Abla’dan öğrendiğime göre koruk şerbeti, henüz olgunlaşmamış üzümlere su ve şeker eklenerek yapılan bir içecekmiş. Söylenmesi kolay fakat yapması zor olan bu içecek; ilk önce korukların itinayla yıkanması, temizlenmesi, sonra da havanda ezilmesiyle yapılıyor. Ardından üzerine biraz su eklenen koruklar, beyaz bir tülbentte süzülerek bir tencereye alınıyor ve üzerine şeker ilave edilerek ocakta kaynamaya bırakılıyor. Şerbetin tadı damağımda olduğu hâlde Nihal Abla’ya, “Bunun bir hikâyesi var mı?” diye soruyorum. O, tatlı kahverengi gözlerinde gülümsemeyle “Bilmem, belki siz anlatırsınız?” diyor…
“Çok eski, artık unutulmaya yüz tutmuş; yalnız gerçek manada hayatı hissedenlerin havsalasında yerini bulan bir hikâyedir bu… Ege’nin yemyeşil, upuzun asma bahçelerinden birinde Agâh Amca adında bir bağcı yaşarmış. Yörenin en iyi, en lezzetli, en rayihalı narince, razakı, yapıncak ve yediverenleri onun bağından çıkar; kiminin neşesine, kiminin hüznüne kiminin de umuduna ortak olurmuş… Nasıl derseniz eğer cevabını Agâh Amca hemen verir: ‘Efendim, buzlu sularda soğutulmuş bir narinceye katık edilen beyaz peynir ve ekşi mayalı ekmek insana neşe verir; aynı narince yıllanmış bir şarap olursa ve sizin de kalbiniz kırıksa hüznünüze ortak olur. Fakat henüz olmamış bir narince yani onun koruk hâli insana umut olur. Peki ya nasıl umut olur koruk bilir misiniz? Eee, o da başka bir hikâyedir.’
Agâh Amca’nın ‘o da başka bir hikâyedir’ dediği şey, aslında onun gerçeği, varlığı ve yaşama sebebidir. Ne zaman bu öyküyü anlatmaya kalksa eskilere dalıp gider… Önce gözlerine yemyeşil asma bahçelerinde ellerinde kovayla üzüm toplamaya gelen Nihal’in beyaz dantelli, üzerine hep üzüm lekesi bulaşmış elbisesi, sonra saçlarını rüzgâra veren narin başı ve en sonunda da o billur gibi sesi gelir…
—En sevdiğim üzüm narincedir ama koruk hâli… Hani böyle ekşi ekşi insanın ağzında kekremsi bir tat bırakır; lakin şerbeti yapıldı mı da mayhoşluğuyla insanın içini ferahlatır. Peki ya senin?
—Ben de narinceyi pek severim; lakin olgunlaşmış hâlini… Böyle buzlu buzlu, tane tane ağzıma atarak dişlerimle ezmeyi damağımda tadını hissetmeyi severim. Fakat seninle birlikte narincenin koruğuna da damağım alıştı, hele bir de senin yaptığın şerbet olunca tadına doyum olmaz.
Agâh ve Nihal’in önemsiz, sıradan, alelade görünen konuşmasının ardında hüzünlü bir gerçek yatmaktaydı. Agâh askere çağrılmış, Nihal çaresiz bu ayrılığı kabullenmek zorunda kalmıştı. Şimdi ikisinin de gözlerinde hüzün, dillerinde afaki konuşmalar vardı.
—Koruğu niçin severim bilir misin Agâh? Hani bazen insanın hayattan alacağı kalmamış; yaşamın tadı, tuzu gitmiş; ruhu çekilmiş gibi olur ya… İşte o zaman derim ki kendi kendime: “Biz dünyaya yalnızca gülmeye, neşelenmeye mi geldik? Elbet payımıza acı da keder de hüzün de düşecek. Önemli olan sabırla acının ardındaki sevinci, mutluluğu beklemekte. Tıpkı sabırla olgunlaşmayı, narince olmayı bekleyen koruk gibi… Hem ne çıkar koruk narince olmazsa? O vakit biz onu tatlandırırız, koruğu şerbet yaparız…”
İşte Nihal’in Agâh’a belki de sonlarını bilmeden söylediği bu sözler, hakikatleri olmuştu. Evet, Nihal’le birleşememişler, koruklar narince olmamıştı. Fakat ne çıkardı? Koruk ellerindeydi ya… Artık birlikte geçirdikleri güzel anılara tutunarak koruğu şerbet etmeyi bilmişti Agâh ve Nihal…
Evet, ne demiştik… Daha evvel işlenmemiş konular üzerinde duracak ve içinde kıskançlık, aşk, sevgi, ihanet, ihtiras, vs. olmayan bir hikâye yazacaktım. Fakat kalemim beni yine ve yeniden insanlığın aşina olduğu duygu hâllerine götürdü. Aşk, sevgi ve daha nicesi… Bir kez daha anladım ki önemli olan tekrar edegelen duygular, konular, benzer sonlar yahut mutsuzluklar değil! Önemli olan benzer hisleri, benzer sonları, mutlulukları yahut mutsuzlukları farklı ve özgün bir şekilde sunabilmekte. Kısacası, isimler, mekânlar farklı olsa da dünyaya gelen her insanın bir gün muhakkak tadacağı duyguları farklı bir üslup ve biçimle anlatmak esas mesele…
Kaynakça
Görsel: Görsel: pexels.com