Düşünsel Bir Paradoks: YASAKLAR
Paradoks; kısaca belirtmek gerekirse çelişkili durum demektir. Yasaklar ya da yasak kavramının paradoksal yani çelişkili olmasının; “yasaklar olmalı mıdır yoksa olmamalı mıdır?” sorusu çerçevesinden şekillendiğini söylemek mümkündür.
Bu düşünsel çerçeve bizi öncelikli olarak “yasak” kelimesinin etimolojik kökenine götürür. Dilimize Moğolcadan girmiş bir kelimedir.
Moğolca yasaḳ veya yasaġ (kanun, özellikle Cengiz Han kanunu) sözcüğünden alıntıdır.
Nişanyan Sözlük
Yasak kelimesinin bir başka anlamı ise; Çarlık Rusya’sı zamanında imparatorluğun, Doğu Sibirya yerli halklarından, tütün, çakmaktaşı, bıçak, balta gibi çeşitli eşyalar, kimi zaman balık yağı gibi erzak karşılığında samur, tilki, kunduz, sansar gibi hayvanların kürklerinin vergi olarak toplanmasıdır.
Genel bir kavram olarak yasak ya da uygulamaları bağlamında yasaklar; kültür, din, yönetim biçimi, sınıfsal, gündelik yaşam, toplumsal normlar, inanış, geleneksel vb. kaynaklı olabilir. Bunlara birkaç örnek vermek gerekirse:
İngiltere’de Nijerya kökenli bir kadın (Adesanya) oğullarının yüzlerini jiletle kazıyarak onlara fiziksel zarar vermek suçlamasıyla karşılaştı. Adesanya savunmasında, mensubu bulunduğu Yoruba kabilesinin sembolünü çocukların yüzlerine çizdiğini, bunun kültürel bir gereklilik olduğunu, kendi kültüründe bunu yapmamanın çocukları kimliksiz bırakarak onlara zarar vermek olarak algılandığını ileri sürdü.
Kaliforniya’nın Fresno kentinde Laos kökenli Hmong kabilesine mensup Kong Moua, aynı kabileden bir kadını zorla kaçırmak ve tecavüz etmekle suçlandı. Sanık savunmasında, eyleminin Hmong kültüründe olağan kabul edilen bir evlilik ritüeli (zij poj niam – marriage by capture) olduğunu iddia etti. Yerel kültürde yaygın olduğu anlaşılan bu uygulamaya göre, kadının kaçırılmaya direnmesi de, erkeğin bu direnci kırmak için güç kullanması da ritüel gereğiydi.
Yakın geçmişte ABD’de ve Avrupa’da örnekleri çoğaltılabilecek bu türden davalarla karşılaşılması hukuk literatüründe kültür odaklı tartışmaların yoğunlaşmasına yol açtı. İçerik bakımından değişseler de, bu tür davalarda ortak bir özelliği saptamak mümkündür. Azınlık kültürüne mensup failler kendilerini içinde yaşadıkları toplumun hukuk düzeninin talepleri ve aidiyet halinde bulundukları kültürün gereklilikleri arasında sıkışmış durumda bulmaktadırlar.
Yrd. Doç. Dr. Saim Üye, Kültürel Savunma: Kavram ve Argümanlar,
Ankara Barosu Dergisi • Yıl:68 • Sayı: 2010/3
Böyle bir durumda; hangi ülkede olursa olsun o ülkedeki göçmenlerin geleneklerini yasaklamak, kültürlerin varlığının ortadan kalkmasına yol açacak bir sürecin başlangıcı olmaz mı? Kültürel gelenekler yasaklanmalı mıdır, yasaklanmamalı mıdır?
Örnekteki davada hukukçular iki ana sav üzerinden konuyu tartışmışlardır. Bir grup hukukçu kültürel geleneklerin devamının kültürleri korumak açısından şart olduğunu ileri sürerek bu ritüellerin ceza gerektirmemesi gerektiğini savunurken diğer gruptaki hukukçular; hangi kültürden olursa olsun cana kast eden bu ve benzeri davranışların cezalandırılması gerektiği çünkü evrensel hukukun dünya üzerindeki her bireyi kapsadığı yönünde görüş bildirmektedir.
Burada göz önünde bulundurulması gereken üç önemli husus vardır:
Bunlardan birincisi gelecekte daha çok olacağı öngörülerek dünyada, ülkemizin de içinde bulunduğu bir göç problemi vardır. Avrupa’da Fransa, Almanya gibi ülkeler hala kendi ülkelerine gelmiş olan göçmenlerin uyum sağlama sorunlarıyla uğraşmaktadır. Yani göçmenler, uyum sağlamadan kendi geleneklerini sürdürmeye devam ediyorlar. Nitekim Almanya’ya işçi alımı için giden ilk kuşak Türkler’den sonra -bugün için- diyelim ki yirmi yıldır veya otuz yıldır orada yaşamasına rağmen hala Almanca öğrenmemiş Türkler vardır. Yani her milletten insan için herhangi bir nedenle aynı problemleri yaşama riski vardır.
İkincisi hukuk davalarının emsal teşkil etmesidir. Yani böyle bir karar tek bir olay üzerinden verilse bile gelecekte benzeri tüm durumları kapsayıcı özellik taşıyacaktır.
Üçüncüsü ise; diyelim ki dünyanın herhangi bir ülkesinde yaşayan göçmenlerin örnektekine benzemeyen ancak yaşadıkları ülkede yapılması sakıncalı bulunan başka gelenekleri için de hukuktaki süreç benzeri şekilde işletilebilir.
NARAYAMA TÜRKÜSÜ filminde bir zamanlar Japonya’da uygulanan bir gelenekte; yetmiş yaşına gelmiş anne ya da babaların, evin en büyük çocuğu tarafından Narayama dağına götürülerek orada ölüme terk edilmesi ritüeli konu edilir. Ülkemizde ise aile büyüklerini yaşlı bakım evine verenler bile eleştirilmektedir. Şimdi farazi olarak bu uygulamalardan birine yasak getirilecek olsa hangisi yasaklanmalıdır?
Somali’de kadınların sünnet edilmesi yasaklanmıştır. Yine ülkemizde reşit olmamış kız çocuklarının evlenmesi anne baba rızası varsa mümkün olmaktadır. Eğer rıza yoksa bu durum çocuk istismarı olarak kabul edildiğinden, kaçırılan kız çocuğu belli bir süre sonra reşit olsa da hapse girer.
Covid19 pandemisi sürecinde sokağa çıkmak topluca bir yerlerde bulunmak yasaklanmıştır.
MEME VERGİSİ: Hindistan’dan bir vergi. Cinsiyet Ekolojisi çalışmaları alanında doçent olan Dr. Sheeba KM, bunun amacının kast yapısını korumak ve alt kastı aşağılamak olduğunu söyler. Sonuçta giyinmek, zenginliğin işaretidir. Kralın memurları halkı gezerek ergenlik çağını geçmiş kadınlardan vergi topluyordu ve verginin miktarı memenin büyüklüğüne göre alınıyordu. Giyimle ilgili sosyal gelenekler, kişinin kast durumuna göre şekilleniyordu. Şartlar, kişinin statüsünün giyim tarzından anlaşılmasını gerektiriyordu. Alt kasttan iki kadın, kıyafet giydikleri için halkın önünde idam edilmiştir. Nangeli isimli başka bir kadın ise bu olayın ardından ses çıkarmak adına tepki olarak memelerini orakla kesmiştir. Hatta bazı rivayetlere göre muz yaprakları üstünde onları yetkililere sunmuştur. Daha sonra vücudu kanamaya dayanamayarak can vermiştir. Bunun üzerine büyük bir isyan başlamış ve Travancore Krallığı baskı üstüne kadınlara kıyafet giyme hakkını geri vermiştir.
DALİTLER: Hindistan 1947 yılında bağımsızlığını ilan etmiştir. Resmi olarak kast sistemine son vermiş olsa da dikey olarak toplumun sınıflara bölündüğü, dinsel kökenli bir kast sistemi ile yaşamaya devam etmektedirler. Ancak bu kast sisteminde kendine yer bulamayan bir grup vardır: DALİTLER. Hindistan başta olmak üzere kast sisteminin kültürel etkisinin yoğun bir şekilde hissedildiği Nepal, Bangladeş ve Pakistan gibi bölgelerde de Dalitler’in varlığından söz edilebilir. Onlar dokunulmaz olarak da nitelendirilirler. Sistemin tümüyle dışında ve altında kabul edilirler ve sayıca yaklaşık 200 milyon kadardırlar. “Dalit” kelimesi, Hindistan'da “dokunulmaz” anlamına geliyor. Dalitlere, “dokunulmazlar” denilmesinin nedeni, tuvaletlerin (elle) temizlenmesi, ölenlerin gömülme işlemi, hayvanların bakımı gibi diğer kastlarda bulunan Hinduların iğrendiği ve aşağılayıcı bulduğu işlerin yaptırılmasıdır. Hindistan'ın çoğu bölgesinde “dalitler”, üst sınıflarda yer alan kişilerle karşılaşmalarını önlemek amacıyla engelleyici alanlara kapatıldılar, bazı yerlerde gündüz sokakta dolaşmaları bile yasaklandı. Dokunulmazlar’ın bırakın fiziksel temasını, gölgelerinin bile üst sınıflardaki kişiler üzerine düşmesi “kirlenme” olarak görüldü ve yasaklandı. Kentlerde yaşamaları yasaktır. Kent dışındaki çamurdan ya da sacdan yapılma kulübelerde yaşarlar. Diğer insanlarla konuşmaları yasaktır. Çocuklarının eğitim görmesi yasaktır. Dalitler, farklı dine mensup oldukları için değil mensup oldukları dinin kendilerine verdiği düşük statüden dolayı damgalanarak dışlanmışlardır. Kast sisteminde her bir kast Tanrı Brahman’ın kol, bacak gibi bir uzvuna karşılık gelir. Her kasttaki bireyler bir sonraki yaşamlarında daha üst bir kastta doğma şansına sahiptir eğer iyi bir insan olursa. Dalitler ise bu piramidin en altında bile yer almazlar çünkü onlar önceki yaşamlarında kötü insanlardır o yüzden bir sonraki yaşamlarında da bir üst kasta çıkmayı hak etmezler.
-yasalar her zaman masum değildir Müzeyyen hanım. Bir sabah uyandınız ve birileri diyor ki size 'sabah kahvaltısında zeytin yemek yasak.' ne olurdu?
+sabah kahvaltısında zeytin yemeyiz...
-yanlış. Her yasak kendi isyancısını yaratır. Zeytin severler bir örgüt kurarlardı üzerinde zeytin dalı amblemi olan bir bayrakları olurdu zeytinlere özgürlük diye bir marşları olurdu belki. Şimdi soruyorum size zeytin severler ayaklanıp dağa çıksa, dağa çıkan mı suçlu zeytini yasaklayanlar mı?
“her yasak kendi isyancısını doğurur.”
Fim: Kâğıt, 2011
Yönetmen: Sinan Çetin
Şimdi bu bağlamda diyelim ki avcılık tamamen yasaklanmalı mıdır yoksa bir “spor” olarak, hayvanların türlerini tehdit etmediği sürece, üreme ya da büyüme dönemleri boyunca, vahşice yapılmadığı sürece vb. düzenlemelerle belirli durumlarda mı yasaklanmalıdır?
Ülkemizde son günlerde gündeme gelen bazı sosyal medya mecralarının yasaklanmasına ilişkin olarak da şunları söylemek isterim. Öncelikle bu tür mecraların kapatılması mutlaka kullanıcılar tarafından bir şekilde delinir. Dijital dünya hemen bu duruma bir alternatif sunar. Ancak dijital dünyaya ilişkin belirtmek istediğim başka bir şey var ki o da günümüzde reklamın artık kitle iletişim araçları ile değil bu ağlar aracılığıyla bireye özgü hale indirgenmesidir. Bir süredir çeşitli ülkelerde yapılan seçimlerde, seçmen davranışının yapay zekâ aracılığıyla yönlendirildiği biliniyor. Gitgide dijitalleşen dünyada, bilginin egemen olduğu ve bilgiye erişimin kolaylaştığı ancak bir o kadar da dezenformasyonun çoğaldığı ve robotlaşan insanların türediği dijital dünyanın tartışma konularından birisidir. Mahremiyet duygusunun ortadan kalkması, yüz yüze iletişimin önemini yitirmesi, bilgilerimizin topluca çeşitli şirketlere satılması, unutma hakkı gibi örneklerini çoğaltabileceğimiz zararların farkındalığı vardır ancak ulusal ya da uluslar arası hukukta dijital dünyada işlenen suçlara yönelik düzenlemelerin olmaması ya da yetersiz olması durumu çok daha karmaşık bir hale getirmektedir.
KÖLE EFENDİ DİYALEKTİĞİ: Hegel’in, insan iradesinin gelişim sürecini açıklamak için başvurduğu bir metafordur. İnsan doğduğu zaman, kendisini varolan hazır bir düzenin içerisinde bulur. Bu düzen, içerisinde kendisi doğmadan önce belirlenmiş bir takım kurallar barındırır. İnsan, bu düzeni olduğu gibi kabul ederek yaşadığı sürece bilinci yani iradesi pasif durumdadır. İnsan iradesi ne zamanki bu verili düzenin farkına varır işte o zaman iradesi gelişme göstermeye başlar. Artık verili düzenle yetinmez. Kendisi dışında kalan dünya ile düşünceleri aracılığıyla bir mücadele içerisine girer. Böylece düşünceleri aracılığıyla iradesini yeniden şekillendirir. Ancak iradenin kendini yeniden var edebilmesi için bir şeyleri değiştirmesi gereklidir. İster toplumsal olsun ister siyasal olsun ister doğal olsun verili olanın değiştirilmesi ise, İrade, düşünce, eylem aracılığıyla gerçekleştirilir. İnsan, irade düşünce ve eylem yoluyla dünyayı nesneleştirir. Burada Hegel’in Aufheben kavramına değinmekte yarar vardır: Aşmak, yadsımak ve korumak. Aynı anda düşünce kendini aşar, kendi halini yadsır ve yeni bir oluşum içinde yeniden ortaya çıkar. Bu noktada bu yeni benini kurması, inşa etmesi insana yetmez. Aynı zamanda onun bilinmesini ve tanınmasını da sağlamak ister. Böylece henüz özbilince sahip olamamış diğer kişiler üzerinde egemen olmak ister. Bu durum da doğal olarak köle – efendi ilişkisini doğurur. Ancak yeni üretilen benin varlığını devam ettirebilmesi onu tanıyan ve benimseyen diğer kişilerin varlığına ihtiyaç duyar. Bu ilişkide kendini yeniden üreten irade başkalarının varlığına ihtiyaç duyduğu süreçte yeniden bağımlı bir iradeye dönüşür. Köleler ise kendisini kendisi olarak görmeden emeği ile işlerini yürüterek kendi bilincine ulaşma şansını yakalar. Güçlerin denk olmadığı her ilişki sonunda bir ‘efendi-köle’ ilişkisi haline dönüşür ve böyle bir ilişkide yalnızca ‘köle’ değil ‘efendi’ de bir tutsaktır – kendi gücünün yarattığı rolün tutsağıdır.
Bu hatırlatmayı yapmamın sebebi, her kişi – kişi ilişkisinde bu köleliğin geçerli olacağını hatırlatmaktır. İster karı – koca ister anne – baba – çocuk ister arkadaş her ne türden ikili ilişkiler olursa olsun iradesi özgürleşemeyen bireyler karşısındaki erk konumundaki kişinin egemenliğine girerler. Böylece yasalarda olmasa bile diyelim ki karısının mini etek giymesini istemeyen bir koca nedeniyle bir kadın için giyim tarzı birden bire yasaklarla şekillenmeye başlayabilir.
Felsefede, etik alanda düşünsel bir deney olarak tramvay ikilemi vardır. İki makası olan bir tramvay yolunda; birinci makasta yerde yatan beş insan, ikinci makasta ise yerde yatan bir insan bulunmaktadır. Bu iki makas arasında geçiş yapabilen bir kol (levye) mevcuttur. Bu kola müdahale etmediğiniz sürece tramvay yoluna devam edecek ve birinci makastaki beş insanın hayatı son bulacaktır ama kolu çevirip, dışarıdan bir müdahale ederseniz tramvay ikinci makasa geçiş yapacak ve bir insanın ölümüne sebep olacaktır. Farklı versiyonları olan bu düşünsel deneyde verilen cevapların, toplumların ekonomik durumlarına göre, yolda yatan kişilerden birinin sizin bir yakınınız olmasına göre, insan hayvan karşılaştırmalarına göre vb. değiştiği gözlemlenmiştir. Refah toplumlarında sürücüler yayalara tercih edilmiş, yerde yatan kişi bir tanıdığınızsa kararınızın büyük oranda değişmesine yol açmış, söz konusu çarpılacak canlı hayvansa insanlar tercih edilmiş, kırmızı ışıkta geçen yayaya çarpmak tercih edilirken hastaneye bir ameliyata yetişmeye çalışan bir doktor olunca karar yeşil ışıkta geçenlere çarpma yönünde değiştirilmiştir. Bu durumun kaynağında her bireyin, değerlendirme kriterlerindeki derecelendirmenin farklı olmasıdır. Tramvay Probleminin yayılmasından itibaren insansız araçların yazılımlarına kime veya neye, azınlığa veya çoğunluğa çarparken vereceği kararların yazılıma nasıl ekleneceği büyük ses getirdi. İnsansız araçların tramvay problemi benzeri olaylarda alacağı kararlarla alakalı bir yasa bulunmalı mı? Yoksa insansız aracın sahibi aracın etik değerlerini kendi mi belirlemeli?
En geniş grup olarak toplum düşünüldüğünde, toplumu oluşturan farklı gruplar ve alt kültürler de vardır. Her grubun da kendine özgü kuralları vardır. Bu gruplar yasal olsun ya da olmasın kendi yapıları içerisinde çeşitli normlar geliştirirler. Normlar; değer yargıları ile ilişkilidir. Değer yargıları, zamana, kültüre, bölgeye, ihtiyaçlara göre değişkenlik gösterir. Yasaklar da çoğunlukla değer yargıları tarafından şekillenir. Somut bir örnek vermek gerekirse İnsan bir değerdir. İnsan öldürmek ise hukuken bir suçtur, dinen ise günahtır. Dolayısıyla insan öldürmek yasaktır. Yasakların, yasalarla bağlantısı vardır. Daha doğrusu olmalıdır. Zaten kelime de kökeni bakımından yaşam biçimini düzenleyen kurallar anlamını taşır. Bu yasalar yazılı hukuk kurallarına dayalı olabileceği gibi yazısız hukuk kurallarına da dayanabilir.
İster yazılı olsun ister yazısız olsun her grubun normları vardır ve bu normlar kendini toplumdaki tek tek bireylere dayatır. Yasakların (aslında yasaların) düzenlenmesi toplumların düşünsel gelişmişlik seviyelerine göre şekillenir. Bu düzenlemelerde din ve ahlak baskın olarak belirleyici faktörlerdir.
Yöneten – yönetilen ilişkisi, yönetim biçimleri, yaşam biçimleri, insan hakları, vicdan, ahlak polisi, liderlik tarzları, toplumsal – bireysel davranış, birey olma süreci, vatandaşlık, toplumların ahlaki gelişim süreçleri, kural/norm ilişkisi, rıza/ meşruiyet ilişkisi, değerlerin göreceliliği, yasa/düzen ilişkisi, yasalar mutlak mıdır, yasaların uygulanışında çifte standart, eşitlik ve adalet ilişkisi……….çok bakımdan değinilebilecek bir konu yasaklar.
Bu yazımda bazı örnekler üzerinden, yasağı “yargılamaya” değil “sorgulamaya” çalıştım. Daha doğrusu sorgulamak için örnekler üzerinden yasak kavramının kullanılışı ve değerlendirilişini anlamaya çalıştım. Çünkü yasak kavramının bizde bıraktığı negatif bir etki vardır. Oysaki yasaklar ne negatiftir ne pozitiftir. Onlar nötrdür aslında. Sahip olduğumuz değer yargıları aracılığıyla negatif ya da pozitif olurlar. Bu nedenle yasakların değer yargıları aracılığıyla değil de değer bilgisi ile düzenlenmesi gerekir. Değer bilgisi; bir durumun kendi benzerleri içindeki yerini bize gösterir.
Tek gerçek yasa, özgürlüğe gidendir. Başka yasa yoktur.
Francis Bacon
Tüm okurlara saygılarımla…….