İçimdeki Çocuk ve Yorgun Kadın
İçimde bir çocuk var, gözleri parlayan, hayalleri sınırsız. Renkli kalemlerle gökyüzüne resimler çizen, her yeni günü bir macera gibi karşılayan. O çocuk, hayatın karmaşasında kaybolmamış, hâlâ içimde bir yerlerde saklanıyor. Ne zaman bir kuşun kanat çırpışını duysam, ne zaman yağmur damlaları cama vursa, o çocuk uyanıyor. Gözlerimin derinliklerinde bir ışıltı beliriyor, kalbim biraz daha hızlı atıyor.
Ama aynı zamanda içimde yorgun bir kadın var. Omuzlarında hayatın yükü, gözlerinde zamanın izleri. Sorumluluklar, beklentiler, hayal kırıklıkları... Hepsi birikmiş, bir dağ gibi üzerine çökmüş. O kadın, aynadaki yansımasına bakarken tanıyamıyor kendini. Gülümsemesi, kahkahaları eskisi gibi içten değil.
İçimdeki çocuk, o yorgun kadına sesleniyor bazen. "Hadi," diyor, "birlikte salıncakta sallanalım, yıldızlara bakalım, denizin kenarında çıplak ayakla yürüyelim." Ama yorgun kadın, "İnancım yok," diyor, “hayal kırıklıklarım var, sorumluluklarım var." Çocuk üzülüyor, içine kapanıyor, sessizce köşesine çekiliyor.
Ama ben biliyorum ki, o çocuk ve o kadın aynı bedenin içinde yaşıyor. Biri olmadan diğeri eksik kalıyor. Çocuk, kadının neşesi, umutları; kadın, çocuğun güvencesi, rehberi. İkisi bir arada olmalı, el ele yürümeli hayatın yollarında.
Bu yüzden, içimdeki çocuğu dinlemeye çalışıyorum. Ona zaman ayırıyorum, onunla oyunlar oynuyorum, hayaller kuruyorum. Ve yorgun kadına da şefkat gösteriyorum, dinlenmesine izin veriyorum, kendine iyi bakması için cesaretlendiriyorum.
Çünkü biliyorum ki, içimdeki çocuk ne kadar canlı olursa, yorgun kadın da o kadar güçlü olur. Ve ikisi bir arada, hayatın zorluklarına karşı daha dirençli, daha mutlu olabilirler.
İçimdeki çocuk, çoğu zaman susuyor artık. Çünkü çok fazla kez susturuldu. “Büyü artık” dediler, “akıllı ol, ciddi ol, dikkatli ol, hesaplı ol...” Oysa o sadece koşmak istiyordu, yağmurda ıslanmak, sabaha kadar hayal kurmak, bir kelebeğin peşinden kilometrelerce yürümek istiyordu. Ama yorgun kadın, hesap yapmayı öğrendi. Duygularını saklamayı, kırgınlıklarını yutmaktan midesine taşlar biriktirmeyi...
Bazen bir müzik çalınca, çocuk gözyaşıyla gülümser. Kadınsa oturup içten içe ağlar. İkisi de aynı anda farklı dillerde konuşur, ama ikisi de aynıdır: Hayattan incinmiş, hayata rağmen ayakta kalan.
Yorgun kadın, geceleri kendini battaniyeye değil, hayal kırıklıklarına sarar. Geçmişin içinde yürürken neyi unuttuğunu hatırlamaya çalışır. Ama çocuk, hâlâ bir umut saklar. Renkli balonlar, sıcak kurabiyeler, bir kitap sayfası ya da sıcak bir bakış… Küçücük şeylerin, büyük yaraları iyileştirebileceğine inanır.
Ben bazen hangisi olduğumu bilemiyorum. Bazen bir banka oturmuş dondurma yiyen o çocuğum. Bazen aynanın karşısında sessizce yaşlanan kadın. Bazen aynı anda ikisi. İkisi de ben. İkisi de hayatın bana sunduğu katmanlar.
Ama artık biliyorum: İçimdeki çocuğu yaşatmadan, o kadını ayakta tutamam. Kadına sarılmadan, çocuğu güldüremem. Onları birbirine yaklaştırmak gerek. El ele verip, yeniden yola koyulmalarını sağlamak gerek.
Çünkü belki de gerçek iyileşme, içimizdeki çocukla, içimizdeki yorgun kadının barışmasıyla başlar. Ve o barış, sessizce gelen bir bahar gibi, içimizi ısıtır.