Karaoluk Ormanı’nda Bir Sandık
Uzun ve sık ağaçların kapladığı Karaoluk Ormanı’nda adım atmak şöyle dursun önünü görmek bile zordur. Köyün bir hayli dışında bulunan bu orman, uzaktan bakanlara ağaçların hayalet gölgeleriyle korku salar. Ama yine de şifa arayanlar zor bir karar da olsa bu ormana gelirdi. İşte Seryun da bu ormanın içerisinde, sağ elinde orağı ile ağır adımlarla yürüyordu.
Heybetli bir adama göre adımları kısaydı ve tedirginlik taşıyordu. Çünkü ormanın ruhu Şahkara’yı rahatsız etmek istemezdi. Şahkara sabırsızlık ve kibirden hiç hoşlanmazdı. Seryun bu yüzden nefesini ve ruhunun derinliklerinde sakladığı -adını koyamadığı- kötü duyguları içinde sıkı sıkı tuttu.
Aradığı şey, anlayan zihne şifa anlamayan zihne ise bela olan Ruh Asması bitkisiydi. Bulması en zor bitkilerden biriydi. Kendi içinde kaybolmuş, ruhlarını arayan insanlar bu bitkiyi Karaoluk Ormanı’nda arardı. Bulunursa önce çayı Karaoluk Nehri’nden alınmış suyla demlenirdi. Daha sonra kişi tek başına bir postun üzerine oturur ve çayı içerdi. İşte bu noktadan sonra her şey ona apaçık görünürdü. Şimdiye kadar kimse o anda ne gördüğünü söylemedi. Bu ayinden sonra herkese bir suskunluk gelirdi çünkü. Galiba gerçekleri görmek, onlarla yüzleşmek pek de iyi bir şey değildi.
Seryun tam üç gündür bu bitkiyi arıyordu. Ne için mi? Kendini bulmak için. Ruhu ile madde dünyası arasında sıkışan her kimsenin yaptığı gibi. Kendi yolunu bulmak için çıkmıştı bu yola. Ama şişmiş ayaklarına rağmen bulamamıştı Ruh Asması’nı. Bir süre daha orağıyla çalılarla savaşarak yoluna devam etti. Belli ki aradığını bulamayacaktı.
Gövdesi gökyüzüne uzanan ağaçların arasından toprağa loş bir ay ışığı yansıyordu. Bu ışığın düştüğü bir yerde ortada duran bir sandık gördü. Seryun sandığa doğru yürüdü. Neyin nesiydi ki bu? Elini sandığın üzerindeki kabartmalara uzattı. Kanatlarını sonsuzluğa açmaya hazır olan bir anka tam ortada huzurla durmaktaydı. Onun etrafında kıvrılan bedeniyle bir ejdarha sandığa gözcülük yapmaktaydı.
Nazikçe elini bu kabartmaların üzerinde gezdirdi. Anka, tüylerinden yükselen ışıltı ile havaya karıştı. Ejderha tüm kıvraklığıyla gökyüzünü sardı. Ne olduğunu anlayamayan Seryun sandığın yanında hışırtıyla varlığını belli etmeye çalışan bir kâğıt parçası buldu. Üzerinde güzel bir el yazısıyla “Ey arayan, hakikat dışarıda değil. Onu görecek göz içeride uyanmadıkça hiçbir şey sana yol gösteremez.” yazıyordu.
Anka, bütün ihtişamı ve sakinliğiyle Seryun’un karşısına geçti. Anka’nın gözleri baktığı en güzel şeydi Seryun’un.
Anka: “Sana kendini aratan nedir ey Seryun?”
Tüylerinin kırmızılığı onu görenlere aşk şarabının sarhoşluğunu veriyordu. Seryun bu ihtişam karşısında kendini yakıcı bir eziklikte hissetti.
Seryun: “Bir eksiklik…” şakınlık ve hayranlık dilini damağını kurutmuştu. Yutkunmak zorunda kaldı “içimde bir eksiklik var ne yaparsam… ne yaparsam yapayım dolmayan bir boşluk. Kendimi orada kaybettim…”
Anka: “Sen kaybolan değilsin... Unutansın.”
Hiç düşünmeden cevap vermişti Anka. Seryun bu cevabı zihninde evirip çevirdi ama anlayamadı. Anka tüm bilgeliğiyle devam etti: “Sana ‘Ben kimim’ diye sorduran, kendini aramaya cesaretlendiren aslında o boşluktu. O bir çağrı.”
Seryun: “Ama neden… neden bu kadar acı verici bu? Ve karanlık?”
Sözleri kendi içini dağlıyor, aynı boşlukta bir ateş yakıyordu.
Anka: “Çünkü hakikat karanlıkta doğar. Tohum gibi. Onu en karanlık yerde büyütürsün. Sen de o karanlığın içindeki acıyla yeniden doğarsın.” Sustu ve kanatlarını sarstı. “Kendi ruhunu unutan her insan bu doğuma muhtaçtır. Ama yalnızca arayanlar bunun bir yolunu bulur.”
Seryun: “Peki bunun sonu nedir? İçimdeki bu acı geçer mi?” sorularının acizliği karşısında kendinden utandı.
Anka: “Yolun sonu yoktur… Ama bu yol seni içindeki ateşe götürür. Sonradan öğrendiğin, kendi ruhunun hakikatinde bulunmayanların yaktığı ateşe. O ateş seni yakmazsa acın da artık sana zarar veremez.”
Seryun “Anlayamıyorum…” dedi sesi titreyerek. Ağlamaya başladı.
Anka: “Gerçeği zihninle göremezsin Seryun… Gör. Sessiz kal. Dinle. Kutunun içindekindeki senden gizlenmiş olan sensin… Gözlerini kapat. Bakmak değil, görmektir bütün mesele. Ateşten korkma. Onun içinden geçmeden kendinle yüzleşemezsin.”
Seryun gözlerini yavaşça kapadı. O anda gökyüzünü delercesine bir homurtu yükseldi. Ejderha bütün gövdesiyle göğü sardı. Her homurtu yakıcı bir ateşi ve anıyı Seryun’un etrafına akıtıyordu.
İlk alev… Seryun’un çocukluğunu getirdi. Karanlıkta, yalnız. Korkuyla titreyen bir çocuk. “Ben… ben kötü bir şey yapmadım anne.” diyordu iç sesi. Bir yetişkinin suskun ve asabi yüzü. Kendi olmanın ayıbıyla atan bir kalp atışı yankılandı.
İkinci alev savruldu Ejderha’nın ağzından… Seryun’un ilk ihaneti. Kendini korumak için bir başkasını feda eden bir adam. Ağzı yalan için açılmış. Sözleri havayı titretmişti. Ruh bunu bir taş gibi tutmuştu Seryun’un boğazında.
Ejderha üçüncü alevini de savurdu acizin üzerine… Kendinden kaçtığı günler geldi karşısına. Kendini başkalarında arayan dilenci bir adam. Oysa bir gün baksa aynaya gözlerinden fışkıracaktı hakikati.
Seryun’un takati kalmamıştı. Dizlerinin üzerine çöktü. Nefesi kesilmişti. Yüreği yanmıştı.
Anka hâlâ oradaydı. Ne harika bir şeydi.
Anka: “Her ateşle içindeki bir duvarı yaktın ve yok ettin. Şimdi kendine sor bakalım: Sana ait olmayan kaç düşünceyle yaşadın? Kaç maskeyle kendini gizledin? Kendini kendinden saklarken kimi kandırdın?”
Seryun, nefesini kontrol etmeye çalışan bir sesle “Ben… ben hep biri olmaya çalıştım. Olmam gereken biri… ama… ama kim olduğumu hiç bilmeden.”
Anka: “O hâlde artık bilmeye değil, olmaya cesaret et… Kutuyu aç”
Kutuyu nazikçe açtı. Güzel işlemeleri ve zarafetiyle bir el aynası duruyordu sandığın ortasında. Aynayı eline aldı ve ilk defa aynadaki özüne baktı.
Aynayı indirdiğinde sandığın, Anka’nın ve Ejderha’nın gittiğini gördü. Ortalık eski korkutuculuğunu geri almıştı. Gün doğmak üzereydi.