
Kalbin Gördüğü Yol – Horasan'dan Bağdat'a Uzanan İçsel Bir Yolculuk
Yıl 1183'tü.
Horasan’ın rüzgârlı topraklarında, Moğol istilası henüz ufukta bir gölge gibi dururken, şehirlerde sessiz bir arayış vardı. Medreselerde ilim, dergâhlarda hal, hanlarda hikmet konuşuluyordu. Fakat bu konuşmaların arasında kalbin sesi kaybolmuştu.
İşte o zamanda, Nişabur yakınlarında doğmuş genç bir adam, ismi meçhul, lakabı “Arayıcı” olan biri, kalbin fısıltısını aramaya niyet etti. Ne bir dervişti ne bir alim. Ne tam anlamıyla cahil ne de her şeyi bilen... O, hakikati kelimelerde değil, anlamda arayanlardandı.
Bir gün, bir rüyasında eski bir sufi olan Hallac-ı Mansur’u gördü. Hallac ona şöyle dedi:
“Ben Enel Hak dedim ve yakıldım. Sen de içindeki ‘Hak’ı bul, ama onu yakmadan yaşat.”
Bu rüya, Arayıcı’nın rotasını belirledi. Yola koyuldu. İlk durağı Merv şehriydi. Burada bir dergâh buldu. Dergâhta, tasavvufun derinliklerine dair sohbetler yapılırdı. Ona sabrı anlattılar:
“Sabrı yalnızca zamana dayanmak sanma; sabır, içindeki fırtınaya rağmen sessiz kalabilmektir.”
Merv' den ayrıldıktan sonra Semerkand’ a geçti. Burası ilmin kalbiydi. Fakat o, ilmin ötesinde hikmeti arıyordu. Kalbini konuşturmayan bilgi ona kuru geliyordu. Orada bir bilge ona dedi ki:
“Hikmet, bilgiden doğmaz. Hikmet, yıkıldığın yerde hâlâ bir çiçek açtırabilmektir.”
Sonunda rotasını Bağdat’a çevirdi. Bağdat o zamanlar dünyanın aklıydı; kütüphaneleriyle, filozoflarıyla, sufi zikirleriyle doluydu. Zaman zaman Cüneyd-i Bağdadi'nin sözleri yankılanırdı hanlarda:
“İçteki neyse, dıştaki de odur.”
Bağdat’ın arka sokaklarında dolaşırken, bir çöl seyyahıyla tanıştı. Adı Yusuf’tu. Yusuf ona şöyle dedi:
“Eğer hakikati arıyorsan, dış âlemde değil, içindeki çölde yürümen gerekir.”
Ve böylece Arayıcı, kelimeleri ve haritaları geride bırakarak çöle açıldı. Çöl, zamanın sustuğu, kalbin konuştuğu yerdi. Kumlar arasında yürürken artık tarihi değil, sonsuzluğu hissediyordu. Her kum tanesi ona geçmişi fısıldar, her yıldız onu geleceğe taşırdı.
Bir gece, Hicaz rüzgârı eserken, çölde yalnız yanan bir mum gördü. Mumun başında, yüzü örtülü yaşlı bir kadın oturuyordu. Kadın ona dedi ki:
“Sen Hallac’ın hayalini izledin. Şimdi Mevlânâ’nın sesini duy. Çünkü senin çağın, aşkın çağı olacak.”
Arayıcı o gece bir şey fark etti: Tarih yalnızca yaşanmaz, hissedilir de. Sufiler bu yüzden iz bırakmazlar, gönül bırakırlar.
Yolculuğu onu kendi köyüne değil, kendi içine götürdü. Ve o, 1183 yılında başladığı yolculuğu, aslında zamanın dışında tamamladı. Çünkü sufiye göre tarih, kalbin attığı andır.
Ve Arayıcı’dan geriye bir şey kaldı mı dersin? Ne kitap yazdı, ne bir duvar resmi. Ama hâlâ bazı çöllerde bir mum yanar durur… Belki bir gün sen de rastlarsın o muma. Ve mum sana der ki:
"Ölmeden önce ölenler, karanlığa ışık olurlar.