Before Sunrise Film İncelemesi
Before Sunrise: Viyana Sokaklarından Sahneler
‘Sanırım her zaman kitaplar, filmler ve bunun gibi şeylerle çok daha mutluyum. Sanırım hayatın iyi yapılmış temsilleri karşısında hayatın kendisinde olduğundan daha çok heyecanlanıyorum.’
(Before Sunrise, Richard Linklater, 1995)
Hayatımızda bazen öyle anlar gelir ki, içinde bulunduğumuz bir problem üzerine kafa yormak yerine sadece bir süreliğine o problemden azade olmak isteriz. Bana kalırsa kendi hayatımızdan en iyi azade olma biçimi bir filmin, kitabın veya herhangi bir sanat eserinin içine girerek o sırada belki bizi ilgilendirmeyen ama hayatın düşünmekten zevk alacağımız farklı yönleri üzerine kafa yormaktır. Girişteki repliğin içinden alındığı ‘Before Sunrise(1995)’ filmi işte üzerimde tam da böyle bir etki bırakmıştı. Filmi ilk açtığımda tatlı bir Hollywood romantik komedisi izleyeceğim fikriyle yetinirken daha ilk on dakikasında diyaloglarının klasik Hollywood yapımlarında görülemeyecek bir içtenlikle sarmalanması beni çok heyecanlandırmıştı. Ve tabii, farklılığıyla daha ilk saniyelerde bile ilgimi çeken bu film dakikalar ilerledikçe, her bir sözü düşünülerek örülmüş diyaloglarıyla beni son ana kadar büyülemeye devam etti. Kapattığımda ise filmin kendisinden ve yönetmeni ‘Richard Linklater’den bu kadar büyülenmeme sebep olan şeyin ne olduğunu bana uzun uzun sorgulattırdı. Tıpkı izlediğimiz tüm iyi filmlerde olduğu gibi.
İlk olarak filmin, sanki sokakta yürüyen iki insan yönetmenin dikkatini çekmiş de konuşmalarının duyulabileceği bir uzaklıktan, onlara belli etmeden kayıt alıyormuş gibi bir hali vardı. Bana öyle geliyor ki, yönetmen hayatının bir döneminde aynı bu filmde olduğu gibi bir kadınla tanışmış ve onunla öyle derin bir bağ kurmuş, ikisi de içlerinden geçeni az rastlanan öyle katıksız bir biçimde birbirlerine açmışlar ki belki de başına böyle bir durum gelen çoğu insanda olacağı gibi yaşadıklarının gerçek olduğuna, böyle biriyle tanıştığına inanamamış. Bu olayı hayatı boyunca hatırlamak istemiş ve ikisinin arasındaki paylaşımları seyirciye aktarmış. Çünkü filmin konusuna bakıldığında bu pekâlâ mümkün gözüküyor.
Film Viyana’ya giden bir tren karesiyle açılıyor. Bu trende bir çiftin kavgası vasıtasıyla tanışan Celine (Julie Delphy) ve Jesse (Ethan Hawke) birlikte yemek kompartımanına gitmeye karar veriyorlar ve aslında her şey bu rastgele kararla başlıyor. Seyirci yemek yerken ettikleri muhabbetin onları birbirine kişi olarak yakın hissettirdiğini anlıyor çünkü ikisinin de üslubu o kadar sevimli, şakacı ve içten ki sohbetin akışı sırasında kendiliğinden bir uyum yakalamış bulunuyorlar. Üzerlerinde sanki uzun süredir görmedikleri birer arkadaşlarıyla konuşuyorlarmış gibi bir hava var. Birazcık mesafeli ama birbirlerinin fikirlerinden zevk aldıkların hissettiren bir hava. Sohbet etmekten bu kadar zevk alınca Celine Jesse’nin trenden Viyana’da inme ve şehirde bir geceyi birlikte sokaklarda yürüyerek ve konuşarak geçirme fikrini kabul ediyor. İşte film aslında bundan ibaret: İki insanın el ele, kol kola Viyana’nın ünlü turistik yerlerinde gezerken konuştukları, sokaklarda yürürken ve cafelerinde otururken, falcı bir kadından kayığında oturan bir şaire kadar karşılaştıkları yerliler, insanlarla ve insan ilişkileriyle ilgili ikisinin de yorumları… İkisinin arasında 24 saatten az süren ama hayatlarını sonrasında belki de sonsuza dek değiştirecek olan bu bağlanmalarıyla ilgili, dar bir sokağın bankında otururken Celine şunları söylüyor: ‘İnanıyorum ki eğer bir çeşit tanrı varsa bu hiçbirimizde, sende ya da bende olmazdı ama sadece aramızdaki bu küçük boşlukta olurdu. Eğer bu dünyada bir çeşit büyü varsa bu birinin paylaştığı bir şeyi anlama çabasında olmalı. Biliyorum bunu başarmak nerdeyse imkansız ama cidden kimin umurunda? Cevap çabada olmalı.’ Jesse’nin bu kadar kısa zamanda Celine için bu kadar önem kazanmasının sebebi bence bu söylediklerinde yatıyor. Aynı konuda ikisi de farklı şeyler düşünseler de birlikte düşünmeye devam ediyorlar ve birbirlerini anlıyorlar, ya da en azından anlamaya çalışıyorlar.
Filmde beni kendine çeken başka bir özellik ise diyaloglara olduğu kadar mekanlara da üzerine düşünmeye yönelik çok şey atfetmesi. Aslında baktığınızda sıradan olabilecek mekanlar karakterler haklarında konuşurken önem kazanıyor. Geceleyin girdikleri bir kilisenin sıralarında otururken ‘Birkaç gün önce Budapeşte’de büyükannemle beraber böyle eski bir kiliseye gitmiştik.’ diyor Celine. ‘Dinle ilgili birçok şeyi reddetmeme karşın kendini çaresiz, acılı ya da suçlu hissedip buraya bir cevap bulmaya gele insanları çok iyi anlayabiliyorum. Tek bir mekanın sayısız neslin acılarını ve mutluluklarını barındırması beni büyülüyor.’ Bu sahneden daha öncesinde ise Celine’in yıllar önce de geldiği ‘Meçhul İnsanlar Mezarlığı’ndan geçiyorlar. Sanatın, kültürün, tarihin ve mimarinin bir araya toplandığı bu şehre gitseydim, gezilecek onca yer dururken bırakın içine girmeyi bu mezarlığın varlığının farkına varacağımı bile sanmıyorum. Ancak şehirde gittiği diğer tüm müzelerle kıyasladığında Celine’i en çok bu mekanın etkilemesi ilginç. Yıllar önce mezarlık bekçisinin onlara anlattığına göre bu mezarlığa gömülü insanların çoğu zamanında Tuna kıyısına vuran cesetlermiş ve genellikle kim oldukları bilinmiyormuş. Böyle kaybolmuş ve isimsiz insanların olması fikri Celine’in hoşuna gidiyor. ‘Sanki ailen ve arkadaşların öldüğünü bilmezse ölmemişsin gibi olur.’ Günün yirmi dört saati ölümü düşünen, öleceğini anladığın o son dakikalarda insanların ne hissettiklerini düşünürken inanılmaz korkan bir kadın için bu mezarlık avutucu bir yer sanırım. Gündelik olarak aklını sürekli kurcalayan bir probleme belki de yeni bir bakış açısı sunduğu için bu mezarlığı gezdiği diğer her yerden daha çok seviyor olabilir.
Mekanların hayatımıza böyle bir etkisi vardır genellikle, ama çoğu zaman bunu fark etmeyebiliriz ya da bize hissettirdiklerinin çok da üzerinde durmayız. İyi filmlerin özelliklerinden biri de bize daha önceden farkına varmadığımız şeyleri göstermek değil midir? Before Sunrise bunu fazlasıyla başarıyor. Mekanların içinde barındırdığı anıları ve insanların üzerinde sahip olduğu gücü filmin son karelerinde hissediyoruz. Çünkü filmin başından sonuna kadar bulundukları yerleri (üzerinden geçtikleri köprüyü, yattıkları çimeni, girdikleri barları ve cafeleri, oturdukları bankları, yürüdükleri sokak aralarını) yönetmen bir kez de güneş doğarken, bu mekanlar bomboşken gösteriyor. Ve insan kendini hüzünlenmekten alamıyor. Oraları birazdan dolduracak insanlar Celine ve Jesse’nin sözlerine şahit olan bu mekanların içinde barındırdığı anıları hiçbir zaman bilemeyecekler. Aynı gerçek hayatta bulunduğumuz mekanların başka nelere tanık oldukları hakkında bizim bir fikrimiz olmaması gibi… Ama bu film sayesinde en azından iki insanın deneyimlediği bir tanışıklık, belki eşine az rastlanan ama kesinlikle gerçek dışı olmayan bir aşk hikayesi hakkında bir fikrimiz olabiliyor. Filmi de en etkileyici yapan tarafı, insanların gündelik yaşantımızda konuşmaktan zaman zaman çekineceği ancak üzerinde durulması gereken, hayatın sunabilecekleri, acılar, üzüntüler, sevinçler, sevgi, aşk gibi konuları bizimle savunmasızca paylaşması. ‘Üstümde her zaman hayatım bir erkeğin etrafında dönmüyormuş gibi göstererek, bu güçlü ve bağımsız kadınlık sembolü olma baskısını hissediyorum. Ama birini sevmek ve sevilmek benim için çok önemli. Her zaman dalgasını falan geçiyoruz ama hayatta yaptığımız her şey biraz daha fazla sevilmek için değil midir?’ Yaşamın her yönünden değindiği gerçeklerle yönetmenin yıllar geçse de eskimeyecek bir filme imza attığı su götürmez.
Ada Balcı